|

Ana Sayfa

Hüsnü YILMAZ
E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com
YENİŞAR'DA YAŞANMIŞ SIR DOLU
HİKAYELER
2
SON
HİKAYE
(Hüsnü
Yılmaz-Hikaye no:25)

Bir zamanlar
Şevket Hoca
(Yılmaz) diye bir zat yaşamıştı Yenişar'da..Yenişar'da diyorum, çünkü sadece
Bademli'de değil,uzun yıllar Kurucaova ve Hoyran'da da bir irfan ışığı
olarak aydınlatmıştı halkı ve gençliği..Hayatı boyunca yüzlerce öğrenci
yetiştirmişti.Milli,manevi değerlere bağlı,görevinde son derece titiz bir
öğretmendi o..
Öğrencilerini çok severdi.Fakir öğrencileri giydirir,onların kitap defter
ihtiyaçlarını karşılardı. İlk mezun ettiği öğrencileri arasında yer alan
Nazmi, İbrahim ve Osman üç kardeşin üç çocuğu idi.Bu amcaoğulları hiç
birbirlerinden ayrılmazdı.Bu nedenle öğretmenleri onlara '' Üç ahbap
çavuşlar'' adını takmıştı.Fakirdiler.Şevket Hoca onlara her okulun
açılışında ayakkabı,önlük ve okul araç gereçleri alıverirdi.Soğuk kış
günlerinde üşümesinler diye onları sınıfta hep sobanın dibine oturturdu.
Yıllar yılları kovaladı..Şevket öğretmen 30 yıl görev yaptıktan sonra emekli
olup köşesine çekildi. Ama boş durmadı; temas kurduğu kişileri manevi açıdan
eğitmeye,gençlere tavsiye ve nasihat vermeye devam etti.
Bir sonbahar günü Şevket Hoca'nın Ş.Karaağaç'a gitmesi gerekiyordu.(O günler
ilçeye gidiş geliş için tek vasıta Belediye'nin meşhur Ford kamyonu idi.)
Sabah soğuktu.Kamyona binmek üzere aşağı indi.Aracın o gün müşterisi
çoktu.(Ş.Karaağaç'ın pazarı olması nedeniyle.) Kamyonun başına geldiğinde
şoför mahallinin dolu olduğunu gördü.Mecburen kamyonun kasasına binmesi
gerekiyordu.Oğlunun yardımıyla zar zor yukarı tırmandı.Bulduğu bir köşeye
sıkıştı. Diğer yolcular da bindikten sonra Ford homurdanarak hareket etti ve
şose yolda tozu dumana katarak gözden kayboldu.
Ş.Karaağaç dönüşü Şevket Hoca fena halde üşütmüş olarak yatağa
düştü.Hastalığı birkaç gün içinde adeta zatürreeye dönüşmüştü. Günlerce
ateşler içinde yattı.Bereket sıhhiye memuru Fahrettin Bey'in iğneleri imdada
yetişti de güçlükle düzelebildi. Üşütmesinin sebebi elbette ki o soğuk
sonbahar günü kamyonun açık kasasında seyahat etmesiydi. Hoca o gün ilçeye
aracın şoför mahallinde gideceğini düşünmüştü. Ama umduğu gibi olmadı.Onu
şoför mahalline almadılar. Peki kimdi orayı işgal edenler? Neden oraya
binememişti? Hoca o kişileri biliyordu..Onlar Nazmi,Osman ve İbrahim'den
başkası değildi. ''Üç ahbap çavuşlar'' büyümüşler artık kimseyi tanımaz
olmuşlardı.Bu üç adam; ilkokulda minicik öğrenci iken kendilerini
giydiren,üşümesinler diye kendilerini sobanın dibine oturtan öğretmelerini
soğuk havada bile bile kamyon üzerinde buz gibi esen rüzgara mahkum
etmişlerdi.
Şevket Hoca ne zaman bir kamyon görse bu olayı hatırlar ve için için
kahırlanırdı. Bademli'de okut tuğu öğrencilerinden hiç vefa görmediğinden
yakınırdı.(Oysa Hoyran'a ve Kurucaova'ya gittiğinde öğrencileri onu hep baş
tacı ederler,büyük ilgi ve saygı gösterirlerdi.) Bademli insanı neden
böyleydi? Ona mı öyle geliyordu? Yanılmadığını vefatına doğru yakalandığı
hastalığı sırasında gördü. Nitekim,yatağa mahkum olduğu uzun zaman diliminde
hiçbir öğrencisi gelip; ''Öğretmenim nasılsın,iyi misin? Geçmiş olsun..''
demek için onu ziyaret etmedi.Tek tük gelenler de onun akraba ve yaşlı eşi
dostuydu.
Şevket öğretmen öğrencilerine hakkını helal etti mi? Bunu bilen yok..( Tıpkı
okuttuğu öğrencilerin çoğunun babasına,sahibi olduğu bakkal dükkanına
taktıkları borçlarını helal edip etmediğini bilmediğimiz gibi..)
O, 1995 yılında dünya defterini kapadı.Ama yetiştirdiği öğrenciler ve
yaptığı hayır hasenat nedeniyle sevap defteri kapanmadı.
Evladı olarak o müstesna insana Allah'tan rahmetler diliyorum.
KAYBOLAN DÜĞÜN KAFİLESİ
(Hüsnü
Yılmaz-Hikaye no:24)

Bademli'de düğünlerin
insanların sosyal hayatında büyük yeri vardı. Burada sadece iki insan
evlenmez, düğün boyunca tüm kasaba yer, içer,eğlenir, hoşça vakit geçirirdi.
Düğün adetleri çoktu. Düğün sahipleri bu adetleri ellerinden geldiğince
yerine getirmeye çalışırdı.
Ev dışında yapılan
etkinlikler arasında çok eskiden at yarışları ve güreşler olurdu. Bunlar
daha sonra ortadan kalkmıştır. Onun yerine ''öngül'' denilen dolma
tüfeklerle hedefe atış yarışmaları; bir de çocukların katıldığı koşu
yarışmaları (ödülü mendil) yapılırdı. (Bu koşu yarışmalarında mendilleri hep
toplayan tazı gibi koşan Mahmut adında bir çocuktu.)
Düğün sahipleri düğüne
çağıracağı akrabayı,eşi dostu ''okuma''
yoluyla davet ederdi. Bu okuma genelde ''şitari'' denen kalıp halinde
çizgili bir dokuma bezin karşı tarafa gönderilmesiyle olurdu. Düğün
davetiyesi bastırma olayı elbette yoktu. Düğüne davet sadece Bademli halkına
yönelik olmayıp,bazı aileler Hoyran ve Kurucaova'daki dostlarını da
çağırırlardı.Düğün günü bu köylerden gelenler davulcular eşliğinde
Bademlinin girişinde karşılanırdı.
Bir tarihte yaşanan
garip bir olay düğünün tüm tadını kaçırmış, kimse bu işin sırrını
çözememiştir. Olay şöyle gelişmiştir: Bademli'de eşraftan bir düğün
sahibinin çevre köylerde epeyce eşi dostu vardı. Büyük oğlunun mürüvvetini
görme heyecanını onlarla da paylaşmak ister ve Hoyran ile Kurcaova'dan belli
sayıda kişiye okuma gönderir. O zamanlarda Hoyran ile Bademli arasında Çayır
mevkiinde bir sınır anlaşmazlığı ortaya çıktığından iki köy arası biraz
''limoni'' idi. Buna rağmen düğün sahibi belki ilişkileri yumuşatır umuduyla
Hoyranlıları düğüne özellikle davet etmişti.
Düğün günü gelip çatar.
İlk günün sabahı Hoyranlı kafile köprü altı mevkiinde davullar eşliğinde
karşılanır. Hoyran kafilesinde başta
Şakir Çavuş olmak üzere 7
atlı bulunmaktadır. Kafileye ''hoş geldiniz'' denip düğün evine yollanır.
Daha sonra aynı uygulama mezarlık mevkiinde Kurucaovalılara yapılır ve
karşılama ekibi Kurcaovalı misafirlerle birlikte köye döner. Dönerler
dönmesine ama düğün evinde garip bir durum yaşanmaktadır.Zira Hoyranlı
kafile ortada yoktur. Düğün sahibi karşılayıcılara hemen Hoyran kafilesini
sorar.Davulcular ve karşılayıcılar ilk önce yolda Hoyranlıları
karşıladıklarını anlatırlar. Ama nerededir bu insanlar?..Herkes birbirine
sormakta, her kafadan bir ses çıkmaktadır. Belki yolu şaşırmışlardır deyip
kasabanın dört bir tarafına adamlar salarlar ama nafile.. Hoyranlı kafile
sanki yer yarılmış içine girmiştir.
Olayı bir sır perdesi
örtmüştür. Ama Bademli'de sadece bir kişi işin iç yüzünü bilmektedir. Bu
kişi Hacının Osman'dır.
O gün sabah Hoyranlıların geldiğini evinin penceresinden görmüştür.
Kafilenin en önünde kır atının üzerinde ilerleyen Şakir Çavuş onun eski
ahbabıydı. Pencereyi açıp onlara seslendi. Olayın bundan sonrası meçhuldür.
O gün ne olup bittiğine dair ne Hacının Osman'dan,ne de Şakir Çavuş ve
arkadaşlarından kimseye birşey söylenmemiştir.
LAMBANIN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:23)

Yenişarbademli'de,elektrik gelene kadar halkın gece hayatı çok sıkıntılı
geçerdi. Geceleri evlerde yaygın olarak gaz lambası,bazı fakir ailelerde de
''idare lambası'' kullanılırdı. Bunların yanında dışarıda meşaleden de
(çıra) yararlanılırdı. Ama akşamları hayvanları için ot-saman almak üzere
samanlıklara çıra yakarak inen bazı tedbirsiz insanlar büyük yangınlara
sebep olurdu. Kahvehanelerde lüks yakılırdı. Ramazanda minarelere kandiller
asılırdı. Gece sokağa çıkan erkeklerin elinde pilli el lambaları olur,
kadınlarsa komşu ziyaretlerine el feneri ile giderlerdi.
Yıllar yılları kovaladı..1960 yılına gelindi.Mayıs'ın 27'si.. Türkiye'de
siyasi düzen büyük darbe yedi.İhtilal olmuştu.. Askeri bir darbe ile
Demokrat Parti iktidarı alaşağı edildi.Başında Cemal Gürsel'in bulunduğu
''Milli Birlik Komitesi'' ülkeyi yönetmeye başladı. Başbakan Adnan Menderes
ve DP ileri gelenleri Yassıada'ya götürülüp yargılanmaya başladı. İhtilalin
ardından Türkiye'nin her tarafında olduğu gibi,Bademli'de de sokaklara ve
kahvehanelere Milli Birlik Komitesi'nin afişleri asıldı.Renkli afişlerde
başta Cemal Gürsel olmak üzere,38 kişilik subay kadrosunun resimleri
görülmekteydi.
1 yıl sonra Yenişarbademli Belediyesi sokakları gaz lambası ile aydınlatma
kararı almıştı.Bu amaçla işlek sokakların belli noktalarına camlı dolaplar
yerleştirildi. İçerisine de gaz lambaları konuldu. Belediye hizmetlisi
Mustafa Çavuş, her akşam bu lambalara gaz koyup yakıyor,gece 23.00 sularında
da gelip söndürüyordu. İlk yaktığı lamba Camiönü'ndeydi ve belediye
dükkanlarının meydana bakan cephesine yerleştirilmişti.Bu ''1 numaralı
lamba'' nın hemen üstündeki camekanda Milli Birlik Komitesi'nin afişi
yer alıyordu.Lamba yakılınca afişte aydınlanıyor,meydanın her yanından
farkediliyordu.
Sokaklara lamba konulması halkı memnun etmişti. Zira geceleri sokaklar
tuzaklarla doluydu. İnsanlar kah bir çukura basarak,kah ayağı bir taşa
takılarak düşme tehlikesi atlatıyorlardı. Ayrıca karanlığın
kadınlar,çocuklar ve yaşlılar için korkutucu bir tarafı vardı. Bütün bu
sıkıntılara lambalar bir nebze de olsa ilaç oluyorlardı. Lamba düzeni
Mustafa Çavuş'un fedakarane çabalarıyla sürüyordu. Ancak bir tanesinde belli
bir tarihten sonra sorun yaşanmaya başlandı. Bu ''1 no'lu lamba''
idi. Mustafa Çavuş'un bu işe aklı ermedi. Karşılaştığı durum karşısında ne
yapacağını şaşırdı.
Olay şuydu: Her akşam ilk yaktığı 1 no'lu lambanın kısa sürede söndüğünü
farketti. Gece yarısı lambayı söndürmeye geldiğinde bu lambanın daha önce
söndüğünü ve gaz haznesinde de hiç azalma olmadığını görüyordu. Bu işte bir
gariplik vardı. Birisinin gelip lambayı söndürmesi düşünülemezdi. Rüzgar da
söndüremezdi zira camlı muhafaza içerisindeydi. Cami önünden geçenler bu
lambanın yanmaması ile ilgili olarak belediyeye şikayette bulunuyorlardı.
Oysa Mustafa Çavuş ilk önce bu lambayı yakıyordu. Bu duruma bir anlam
veremiyordu. 1 no'lu lamba sanki ''Alaaddin'in Lambası'' gibi sihirli bir
hal almıştı. Aslında olayın sihirli bir yanı yoktu ama bir sırrı vardı.
Neydi o sır,o gizem?.. Lamba neden kısa sürede sönüyor,adeta ışık vermek
istemiyordu. Kimsenin bilmediği sır şu idi: Camiönündeki 1 numaralı lambanın
sorun çıkarmaya başlama tarihi tamı tamına 17 Eylül idi..17 Eylül 1961 Adnan
Menderes'in idam ediliş tarihiydi. O tarihe kadar pırıl pırıl ışık veren
lamba,o tarihten sonra arkasındaki Milli Birlik Komitesi afişini aydınlatmak
istemiyordu. Zira Adnan Menderes,bu komitenin başkanı olan Cemal Gürsel'in
onayıyla idam edilmişti. 1 no'lu lamba adeta idam kararına isyan
ediyordu.Olayın perde arkasında yatan gizem buydu..
MANDANIN VEFASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:22)

Manda ya da camız denilince,Yenişar'da sadece Hoyran (Gölyaka) akla
gelir.Köyün gölkenarında olması nedeniyle camızlar sulak arazide,sazaklar
içinde otlar ve sıcak yaz günlerinde suya yatarlar. Bademli'de ise sadece
iki ailede camız vardı. Bu ailelerden birisi bir tek,diğeri (Halcıklar)
birkaç tane camıza sahipti.
Tek camızı olan ailenin küçük oğlu,ilkokul yıllarında,sahip oldukları bu
hayvanı gütmekle görevlendirilirdi. Küçük çocuk, yazın sabahın erken
saatinde kaldırılır, annesi tarafından hazırlanan azık kabını beline sarıp
önüne camızı katarak Ağıllaca'nın yolunu tutardı.
Bu dişi camız uzun yıllardır ailenindi. Adı ''Arap'' idi. Sütü bol, yoğurdu
koyu olurdu. Küçük çocuk bildi bileli bu camızla haşir neşir olsa da ona bir
türlü ısınamamıştı. Bunun nedeni de; hayvanın iri yarı ve kapkara görüntüsü,
kocaman boynuzları, sert bakışları ve başına buyruk oluşuydu. Çok üstüne
varılırsa hayvan hemen boynuzlarını konuştururdu. Çocuğu bir kaç defa da
süsmüştü. Bu nedenle camıza ilişkin yaptığı herşey zoraki idi. Köydeki bütün
çocuklar camızdan korkardı. File benzettikleri bu hayvanın sütünün
içildiğine,etinin yenildiğine pek akıl erdiremezlerdi.
Bir yaz günü küçük çocukla camız bir saatlik bir yürüyüşten sonra
Ağıllaca'ya vardılar.Camız, Ağıllaca'nın ortasından geçen (Başdeğirmen'i
döndüren) suyun etrafa taşarak yeşerttiği sazlıkta otladı,öğleyin sıcak
bastırınca da oradaki havuz gibi olan çamurlu su birikintisine yattı..Güneş
Dedegül dağına doğru yaslanınca sıcak kırıldığından homurdanarak sudan
çıkıp,tekrar otlamaya koyuldu. Ama o gün hava bir başka sıcaktı. Koca alanda
da hiç kimsecikler yoktu.Zira tüm sığırları ''gici'' tutmuş, onları güden
çocuklarla birlikte köye dönmüşlerdi. Ağıllaca'da bir tek küçük çocukla
camızı kalmıştı. Çocuk böyle durumlarda kendini çok garip hisseder,
yalnızlıktan korkardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Gün batımına kadar
sabretmesi gerekiyordu. Bir an canı çok sıkıldı. Hava almak için yukarıdaki
çamlara doğru gezmek istedi. Akarsuyu geçip yokuş yukarı tırmanmaya başladı.
Tam o sırada çamların arasından kocaman bir karaltının kendisine doğru
koştuğunu farketti. Bir de ne görsün!..Bu bir boz ayı idi.. Korkudan dondu
kaldı. Dönüp can havliyle gerisin geri koşmaya başladı.Amacı kendini
Başdeğirmen'e atmaktı. Orada değirmenci ve köylüler vardı. Ama çok koşamadan
ayı ona yetişti. Çocuk feryat figan ''İmdat!.. Can kurtaran yok mu!..'' diye
bağırıyordu. Ama bir gariplik vardı ortada..Hayvan çok sert davranmıyordu
çocuğa..Ne pençesini saplıyor,ne ısırıyordu. Sadece kah kolundan,kah
belinden tutup onu ormana doğru sürüklemeye çalışıyordu. Çocuk çıldıracak
gibiydi. Feryadı ormanda yankılanıyordu. Tam kendini kaybetmek üzereydi ki
uzaktan ''bir dostun'' koşarak geldiğini farketti. O,camızından başkası
değildi..Hayvan,gözleri çakmak çakmak olmuş,burnundan soluyarak dört nala
yaklaştı ve olanca öfkesiyle ayıya saldırdı. Çocuk bir kenara kaçtı.İri yarı
iki hayvan ölümüne bir mücadeleye giriştiler. Kah ayı yerlere seriliyor,kah
camız ayının ağırlığıyle dizleri üzerine çöküyordu. Ama Arap kararlıydı.
Sivri boynuzları ve güçlü vücuduyla ayıyı darma duman etti.Sonunda ayı pes
edip kaçmaya başladı ve ağaçların arasında kaybolup gitti. Çocuk koşarak
camızının yanına vardı. Ön ayağı hafif aksıyordu.Canını kurtaran kahraman
camızına sarıldı. Her ikisi bir an göz göze geldiler.Çocuk,kendisine soğuk
davranan camızının aslında onu çok sevdiğini anladı. Arap'ı şefkatle okşadı.
Bu olaydan sonra küçük çocuğun babası camızı satmaya karar verdi.Arap,gölün
karşı tarafında yer alan Kıstıfan (Gölkaşı) köyünden birisine satıldı.
Satıldı satılmasına ama yine inanılmaz bir olaya daha imza attı. Satılışında
birkaç gün sonra,koca Beyşehir Gölü'nü yüzerek geçip Bademli'ye geri
döndü.Ama artık o başkasının malıydı. Sahibine haber verildi ve tekrar
götürüldü. Arap'tan bir daha da haber alınamadı.
BASTON
KABUSU
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:21)

Hidayet,çocukluğunu Yenişarbademli'de doğa ile iç içe doyasıya yaşayan
birisiydi. İlkbaharda bembeyaz duman gibi açmış badem ağaçlarına tırmanır,
yazın Çay'da çimer,sonbaharda biçilmiş tarlalarda öküz güder,kışın diz boyu
yağan karda kar topu oynar, kızak kayardı.
Bu güzelim yıllar çabuk geçti ve askerlik gelip çattı.Acemi eğitiminden
sonra dağıtım yeri olarak torbadan Zonguldak'ın Devrek ilçesini çekti. Gidip
teslim oldu. Devrek,yeşillikler içinde,ortasından çay geçen şirin bir
kasabaydı. Belde turistikti. Hidayet Askerlik Şubesi'nde görevliydi. Şube
binası ilçenin dışında
olduğundan Devrek'i uzun zaman tanıma fırsatı bulamadı. Nihayet bir gün
komutanı onu bir iş için Kaymakamlık'a gönderdi. Hükümet binası çarşının
ortasındaydı. Hidayet çarşıya girdiğinde kendini kötü hissetmeye başladı.
Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor, ayakları dolaşıyordu. Neredeyse görevini
unutacaktı. Onu bu hale sokan baston dükkanlarıydı. Devrek çarşısı,her
tarafı envai çeşit baston satan dükkanlarla doluydu. Vitrinlerinde,''Meşhur
devrek bastonları burada satılır'' levhaları asılıydı.Hidayet,etrafa biraz
göz attıktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Hiç sevmezdi bastonları..
İşini bitirip Şube'ye döndü. Döndü ama,dönerken bastonlar sanki peşinden
geliyor hissine kapılmıştı. Hidayet o günden sonra rüyalarında yılan şekline
bürünmüş bastonlar görmeye başladı. Uykusundan kan ter içinde sayıklayarak
uyanıyordu.Onun bu halini gören asker arkadaşları durumu komutana
ilettiler.Komutan da Hidayet'i tebdili hava olarak memlekete izine gönderdi.
Dönüşünde de sorununu öğrenip onun Çaycuma ilçesine naklini sağladı. Böylece
Hidayet'in Devrek kabusu sona ermiş oldu.
Hidayet'in baston fobisi nereden kaynaklanıyordu?..Bunun altında yatan sır
neydi?..
Şuydu:
Hidayet ilkokul çağlarında oldukça hareketli ve yaramaz bir çocuktu.Sabahtan
akşama kadar sokaklardaydı. Akşam karanlığı çöktüğünde, ''başına kül torbası
düşer'' diye büyüklerince korkutulmamış olsa gece de eve zor
gelecekti.Gündüzleri sokak kenarına yığılmış uzun siyah su boruları yığını
üzerinde oynamayı pek severdi. Boruların bir ucuna kendisi,diğer ucuna
arkadaşları geçer birbirlerine bağırırlardı.
Bir gün çeşme borularını yerinden oynatmaya çalışırken başlarında Yusuf Ali
belirdi. Adam bastonuyla borular vurarak,''Oynamayın
borularla,deyyuslar!..'' diye bağırarak onları oradan kovdu. Yusuf Ali
(Tuna), şişman, heybetli yapılı, şahin bakışlı bir adamdı. Elinde hep bastonu
vardı.Davudi sesiyle ve baston sallamasıyla çocukların adeta bir
kabusuydu.Çocuklar,''Yusuf Ali geliyor!..'' diye bir ses duyduklarında
darmadağın olup kaçışırlardı. Hatta çocuklar arasında,Yusuf Ali'nin
bastonunun yere atılınca yılan olup çocukları yuttuğu söylentisi bile
yaygındı. Hz.Musa'nın asası için anlatılanlar adeta Yusuf Ali'nin bastonu
efsanesine dönüşmüştü. O çocuklar büyüdüklerinde de Yusuf
Ali dayıya mesafeli dururlar,ondan çekinirlerdi. Böylece Yusuf Ali kasabada
belli bir otorite sağlamış oluyordu. Hatta kısa bir dönem de belediye
reisliği yaptı.
Hidayet'in Yusuf Ali ile birebir yaşadığı bir olay onun ruhunda derin izler
bırakmıştı. Şöyle ki: Bir gün Hidayet sokak çeşmesinde suyla oynarken Yusuf
Ali'nin hışmına uğradı. Suyun tazyikli sesinden Yusuf Ali'nin yanına
yaklaştığını farketmemişti. Koca bir gölge aniden güneşini kesmiş, başını
kaldırdığında öfkeyle dolu yürek delen bir bakışla karşılaşmıştı. Büyük bir
panik içinde fırladı. Hızla uzaklaşırken Yusuf Ali bastonunu onun arkasından
fırlattı. Baston başını yalayıp geçerken Hidayet'in ayağı taşa takılıp yere
kapaklandı. Dizleri ve avuç içleri kan içinde kalmıştı. Can havliyle kalkıp
koşarak ve ağlayarak evlerinin yolunu tuttu. Bu olay, Hidayet'in ruhunda
derin izler bıraktı. İşte Devrek'te yaşadığı bunalım buradan
kaynaklanıyordu. Baston görmek onun iç dünyasında derin sarsıntılar
yaratıyordu.Aradan uzun zaman geçip yaşı ilerleyince, Hidayet'in Allah'a en
büyük duası; kendisini bir bastona muhtaç etmeden canını almasıydı.
Devamını okumak için tıklayın
 |