Ana Sayfa

 

Hüsnü YILMAZ

 

E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com

 

YENİŞAR'DA YAŞANMIŞ SIR DOLU HİKAYELER 2

 

 

SON HİKAYE

 

(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:25)

 

 

 

Bir zamanlar Şevket Hoca (Yılmaz) diye bir zat yaşamıştı Yenişar'da..Yenişar'da diyorum, çünkü sadece Bademli'de değil,uzun yıllar Kurucaova ve Hoyran'da da bir irfan ışığı olarak aydınlatmıştı halkı ve gençliği..Hayatı boyunca yüzlerce öğrenci yetiştirmişti.Milli,manevi değerlere bağlı,görevinde son derece titiz bir öğretmendi o..

Öğrencilerini çok severdi.Fakir öğrencileri giydirir,onların kitap defter ihtiyaçlarını karşılardı. İlk mezun ettiği öğrencileri arasında yer alan Nazmi, İbrahim ve Osman üç kardeşin üç çocuğu idi.Bu amcaoğulları hiç birbirlerinden ayrılmazdı.Bu nedenle öğretmenleri onlara '' Üç ahbap çavuşlar'' adını takmıştı.Fakirdiler.Şevket Hoca onlara her okulun açılışında ayakkabı,önlük ve okul araç gereçleri alıverirdi.Soğuk kış günlerinde üşümesinler diye onları sınıfta hep sobanın dibine oturturdu.

Yıllar yılları kovaladı..Şevket öğretmen 30 yıl görev yaptıktan sonra emekli olup köşesine çekildi. Ama boş durmadı; temas kurduğu kişileri manevi açıdan eğitmeye,gençlere tavsiye ve nasihat vermeye devam etti.

Bir sonbahar günü Şevket Hoca'nın Ş.Karaağaç'a gitmesi gerekiyordu.(O günler ilçeye gidiş geliş için tek vasıta Belediye'nin meşhur Ford kamyonu idi.) Sabah soğuktu.Kamyona binmek üzere aşağı indi.Aracın o gün müşterisi çoktu.(Ş.Karaağaç'ın pazarı olması nedeniyle.) Kamyonun başına geldiğinde şoför mahallinin dolu olduğunu gördü.Mecburen kamyonun kasasına binmesi gerekiyordu.Oğlunun yardımıyla zar zor yukarı tırmandı.Bulduğu bir köşeye sıkıştı. Diğer yolcular da bindikten sonra Ford homurdanarak hareket etti ve şose yolda tozu dumana katarak gözden kayboldu.

Ş.Karaağaç dönüşü Şevket Hoca fena halde üşütmüş olarak yatağa düştü.Hastalığı birkaç gün içinde adeta zatürreeye dönüşmüştü. Günlerce ateşler içinde yattı.Bereket sıhhiye memuru Fahrettin Bey'in iğneleri imdada yetişti de güçlükle düzelebildi. Üşütmesinin sebebi elbette ki o soğuk sonbahar günü kamyonun açık kasasında seyahat etmesiydi. Hoca o gün ilçeye aracın şoför mahallinde gideceğini düşünmüştü. Ama umduğu gibi olmadı.Onu şoför mahalline almadılar. Peki kimdi orayı işgal edenler? Neden oraya binememişti? Hoca o kişileri biliyordu..Onlar Nazmi,Osman ve İbrahim'den başkası değildi. ''Üç ahbap çavuşlar'' büyümüşler artık kimseyi tanımaz olmuşlardı.Bu üç adam; ilkokulda minicik öğrenci iken kendilerini giydiren,üşümesinler diye kendilerini sobanın dibine oturtan öğretmelerini soğuk havada bile bile kamyon üzerinde buz gibi esen rüzgara mahkum etmişlerdi.

Şevket Hoca ne zaman bir kamyon görse bu olayı hatırlar ve için için kahırlanırdı. Bademli'de okut tuğu öğrencilerinden hiç vefa görmediğinden yakınırdı.(Oysa Hoyran'a ve Kurucaova'ya gittiğinde öğrencileri onu hep baş tacı ederler,büyük ilgi ve saygı gösterirlerdi.) Bademli insanı neden böyleydi? Ona mı öyle geliyordu? Yanılmadığını vefatına doğru yakalandığı hastalığı sırasında gördü. Nitekim,yatağa mahkum olduğu uzun zaman diliminde hiçbir öğrencisi gelip; ''Öğretmenim nasılsın,iyi misin? Geçmiş olsun..'' demek için onu ziyaret etmedi.Tek tük gelenler de onun akraba ve yaşlı eşi dostuydu.

Şevket öğretmen öğrencilerine hakkını helal etti mi? Bunu bilen yok..( Tıpkı okuttuğu öğrencilerin çoğunun babasına,sahibi olduğu bakkal dükkanına taktıkları borçlarını helal edip etmediğini bilmediğimiz gibi..)

O, 1995 yılında dünya defterini kapadı.Ama yetiştirdiği öğrenciler ve yaptığı hayır hasenat nedeniyle sevap defteri kapanmadı. Evladı olarak o müstesna insana Allah'tan rahmetler diliyorum.

 

 

KAYBOLAN DÜĞÜN KAFİLESİ

 

(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:24)

 

 

 

Bademli'de düğünlerin insanların sosyal hayatında büyük yeri vardı. Burada sadece iki insan evlenmez, düğün boyunca tüm kasaba yer, içer,eğlenir, hoşça vakit geçirirdi. Düğün adetleri çoktu. Düğün sahipleri bu adetleri ellerinden geldiğince yerine getirmeye çalışırdı.

Ev dışında yapılan etkinlikler arasında çok eskiden at yarışları ve güreşler olurdu. Bunlar daha sonra ortadan kalkmıştır. Onun yerine ''öngül'' denilen dolma tüfeklerle hedefe atış yarışmaları; bir de çocukların katıldığı koşu yarışmaları (ödülü mendil) yapılırdı. (Bu koşu yarışmalarında mendilleri hep toplayan tazı gibi koşan Mahmut adında bir çocuktu.)

Düğün sahipleri düğüne çağıracağı akrabayı,eşi dostu ''okuma'' yoluyla davet ederdi. Bu okuma genelde ''şitari'' denen kalıp halinde çizgili bir dokuma bezin karşı tarafa gönderilmesiyle olurdu. Düğün davetiyesi bastırma olayı elbette yoktu. Düğüne davet sadece Bademli halkına yönelik olmayıp,bazı aileler Hoyran ve Kurucaova'daki dostlarını da çağırırlardı.Düğün günü bu köylerden gelenler davulcular eşliğinde Bademlinin girişinde karşılanırdı.

Bir tarihte yaşanan garip bir olay düğünün tüm tadını kaçırmış, kimse bu işin sırrını çözememiştir. Olay şöyle gelişmiştir: Bademli'de eşraftan bir düğün sahibinin çevre köylerde epeyce eşi dostu vardı. Büyük oğlunun mürüvvetini görme heyecanını onlarla da paylaşmak ister ve Hoyran ile Kurcaova'dan belli sayıda kişiye okuma gönderir. O zamanlarda Hoyran ile Bademli arasında Çayır mevkiinde bir sınır anlaşmazlığı ortaya çıktığından iki köy arası biraz ''limoni'' idi. Buna rağmen düğün sahibi belki ilişkileri yumuşatır umuduyla Hoyranlıları düğüne özellikle davet etmişti.

Düğün günü gelip çatar. İlk günün sabahı Hoyranlı kafile köprü altı mevkiinde davullar eşliğinde karşılanır. Hoyran kafilesinde başta Şakir Çavuş olmak üzere 7 atlı bulunmaktadır. Kafileye ''hoş geldiniz'' denip düğün evine yollanır. Daha sonra aynı uygulama mezarlık mevkiinde Kurucaovalılara yapılır ve karşılama ekibi Kurcaovalı misafirlerle birlikte köye döner. Dönerler dönmesine ama düğün evinde garip bir durum yaşanmaktadır.Zira Hoyranlı kafile ortada yoktur. Düğün sahibi karşılayıcılara hemen Hoyran kafilesini sorar.Davulcular ve karşılayıcılar ilk önce yolda Hoyranlıları karşıladıklarını anlatırlar. Ama nerededir bu insanlar?..Herkes birbirine sormakta, her kafadan bir ses çıkmaktadır. Belki yolu şaşırmışlardır deyip kasabanın dört bir tarafına adamlar salarlar ama nafile.. Hoyranlı kafile sanki yer yarılmış içine girmiştir.

Olayı bir sır perdesi örtmüştür. Ama Bademli'de sadece bir kişi işin iç yüzünü bilmektedir. Bu kişi Hacının Osman'dır. O gün sabah Hoyranlıların geldiğini evinin penceresinden görmüştür. Kafilenin en önünde kır atının üzerinde ilerleyen Şakir Çavuş onun eski ahbabıydı. Pencereyi açıp onlara seslendi. Olayın bundan sonrası meçhuldür. O gün ne olup bittiğine dair ne Hacının Osman'dan,ne de Şakir Çavuş ve arkadaşlarından kimseye birşey söylenmemiştir.

 

 

LAMBANIN  ESRARI

 

(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:23)

 

 

Yenişarbademli'de,elektrik gelene kadar halkın gece hayatı çok sıkıntılı geçerdi. Geceleri evlerde yaygın olarak gaz lambası,bazı fakir ailelerde de ''idare lambası'' kullanılırdı. Bunların yanında dışarıda meşaleden de (çıra) yararlanılırdı. Ama akşamları hayvanları için ot-saman almak üzere samanlıklara çıra yakarak inen bazı tedbirsiz insanlar büyük yangınlara sebep olurdu. Kahvehanelerde lüks yakılırdı. Ramazanda minarelere kandiller asılırdı. Gece sokağa çıkan erkeklerin elinde pilli el lambaları olur, kadınlarsa komşu ziyaretlerine el feneri ile giderlerdi.

Yıllar yılları kovaladı..1960 yılına gelindi.Mayıs'ın 27'si.. Türkiye'de siyasi düzen büyük darbe yedi.İhtilal olmuştu.. Askeri bir darbe ile Demokrat Parti iktidarı alaşağı edildi.Başında Cemal Gürsel'in bulunduğu ''Milli Birlik Komitesi'' ülkeyi yönetmeye başladı. Başbakan Adnan Menderes ve DP ileri gelenleri Yassıada'ya götürülüp yargılanmaya başladı. İhtilalin ardından Türkiye'nin her tarafında olduğu gibi,Bademli'de de sokaklara ve kahvehanelere Milli Birlik Komitesi'nin afişleri asıldı.Renkli afişlerde başta Cemal Gürsel olmak üzere,38 kişilik subay kadrosunun resimleri görülmekteydi.

1 yıl sonra Yenişarbademli Belediyesi sokakları gaz lambası ile aydınlatma kararı almıştı.Bu amaçla işlek sokakların belli noktalarına camlı dolaplar yerleştirildi. İçerisine de gaz lambaları konuldu. Belediye hizmetlisi Mustafa Çavuş, her akşam bu lambalara gaz koyup yakıyor,gece 23.00 sularında da gelip söndürüyordu. İlk yaktığı lamba Camiönü'ndeydi ve belediye dükkanlarının meydana bakan cephesine yerleştirilmişti.Bu ''1 numaralı lamba'' nın hemen üstündeki camekanda Milli Birlik Komitesi'nin afişi yer alıyordu.Lamba yakılınca afişte aydınlanıyor,meydanın her yanından farkediliyordu.

Sokaklara lamba konulması halkı memnun etmişti. Zira geceleri sokaklar tuzaklarla doluydu. İnsanlar kah bir çukura basarak,kah ayağı bir taşa takılarak düşme tehlikesi atlatıyorlardı. Ayrıca karanlığın kadınlar,çocuklar ve yaşlılar için korkutucu bir tarafı vardı. Bütün bu sıkıntılara lambalar bir nebze de olsa  ilaç oluyorlardı. Lamba düzeni Mustafa Çavuş'un fedakarane çabalarıyla sürüyordu. Ancak bir tanesinde belli bir tarihten sonra sorun yaşanmaya başlandı. Bu ''1 no'lu lamba'' idi. Mustafa Çavuş'un bu işe aklı ermedi. Karşılaştığı durum karşısında ne yapacağını şaşırdı.

Olay şuydu: Her akşam ilk yaktığı 1 no'lu lambanın kısa sürede söndüğünü farketti. Gece yarısı lambayı söndürmeye geldiğinde bu lambanın daha önce söndüğünü ve gaz haznesinde de hiç azalma olmadığını görüyordu. Bu işte bir gariplik vardı. Birisinin gelip lambayı söndürmesi düşünülemezdi. Rüzgar da söndüremezdi zira camlı muhafaza içerisindeydi. Cami önünden geçenler bu lambanın yanmaması ile ilgili olarak belediyeye şikayette bulunuyorlardı. Oysa Mustafa Çavuş ilk önce bu lambayı yakıyordu. Bu duruma bir anlam veremiyordu. 1 no'lu lamba sanki ''Alaaddin'in Lambası'' gibi sihirli bir hal almıştı. Aslında olayın sihirli bir yanı yoktu ama bir sırrı vardı.

Neydi o sır,o gizem?.. Lamba neden kısa sürede sönüyor,adeta ışık vermek istemiyordu. Kimsenin bilmediği sır şu idi: Camiönündeki 1 numaralı lambanın sorun çıkarmaya başlama tarihi tamı tamına 17 Eylül idi..17 Eylül 1961 Adnan Menderes'in idam ediliş tarihiydi. O tarihe kadar pırıl pırıl ışık veren lamba,o tarihten sonra arkasındaki Milli Birlik Komitesi afişini aydınlatmak istemiyordu. Zira Adnan Menderes,bu komitenin başkanı olan Cemal Gürsel'in onayıyla idam edilmişti. 1 no'lu lamba adeta idam kararına isyan ediyordu.Olayın perde arkasında yatan gizem buydu..

 

 

MANDANIN VEFASI

 

 (Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:22)

 

 

 

Manda ya da camız denilince,Yenişar'da sadece Hoyran (Gölyaka) akla gelir.Köyün gölkenarında olması nedeniyle camızlar sulak arazide,sazaklar içinde otlar ve sıcak yaz günlerinde suya yatarlar. Bademli'de ise sadece iki ailede camız vardı. Bu ailelerden birisi bir tek,diğeri (Halcıklar) birkaç tane camıza sahipti.

Tek camızı olan ailenin küçük oğlu,ilkokul yıllarında,sahip oldukları bu hayvanı gütmekle görevlendirilirdi. Küçük çocuk, yazın sabahın erken saatinde kaldırılır, annesi tarafından hazırlanan azık kabını beline sarıp önüne camızı katarak Ağıllaca'nın yolunu tutardı.

Bu dişi camız uzun yıllardır ailenindi. Adı ''Arap'' idi. Sütü bol, yoğurdu koyu olurdu. Küçük çocuk bildi bileli bu camızla haşir neşir olsa da ona bir türlü ısınamamıştı. Bunun nedeni de; hayvanın iri yarı ve kapkara görüntüsü, kocaman boynuzları, sert bakışları ve başına buyruk oluşuydu. Çok üstüne varılırsa hayvan hemen boynuzlarını konuştururdu. Çocuğu bir kaç defa da süsmüştü. Bu nedenle camıza ilişkin yaptığı herşey zoraki idi. Köydeki bütün çocuklar camızdan korkardı. File benzettikleri bu hayvanın sütünün içildiğine,etinin yenildiğine pek akıl erdiremezlerdi.

Bir yaz günü küçük çocukla camız bir saatlik bir yürüyüşten sonra Ağıllaca'ya vardılar.Camız, Ağıllaca'nın ortasından geçen (Başdeğirmen'i döndüren) suyun etrafa taşarak yeşerttiği sazlıkta otladı,öğleyin sıcak bastırınca da oradaki havuz gibi olan çamurlu su birikintisine yattı..Güneş Dedegül dağına doğru yaslanınca sıcak kırıldığından homurdanarak sudan çıkıp,tekrar otlamaya koyuldu. Ama o gün hava bir başka sıcaktı. Koca alanda da hiç kimsecikler yoktu.Zira tüm sığırları ''gici'' tutmuş, onları güden çocuklarla birlikte köye dönmüşlerdi. Ağıllaca'da bir tek küçük çocukla camızı kalmıştı. Çocuk böyle durumlarda kendini çok garip hisseder, yalnızlıktan korkardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Gün batımına kadar sabretmesi gerekiyordu. Bir an canı çok sıkıldı. Hava almak için yukarıdaki çamlara doğru gezmek istedi. Akarsuyu geçip yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Tam o sırada çamların arasından kocaman bir karaltının kendisine doğru koştuğunu farketti. Bir de ne görsün!..Bu bir boz ayı idi.. Korkudan dondu kaldı. Dönüp can havliyle gerisin geri koşmaya başladı.Amacı kendini Başdeğirmen'e atmaktı. Orada değirmenci ve köylüler vardı. Ama çok koşamadan ayı ona yetişti. Çocuk feryat figan ''İmdat!.. Can kurtaran yok mu!..'' diye bağırıyordu. Ama bir gariplik vardı ortada..Hayvan çok sert davranmıyordu çocuğa..Ne pençesini saplıyor,ne ısırıyordu. Sadece kah kolundan,kah belinden tutup onu ormana doğru sürüklemeye çalışıyordu. Çocuk çıldıracak gibiydi. Feryadı ormanda yankılanıyordu. Tam kendini kaybetmek üzereydi ki uzaktan ''bir dostun'' koşarak geldiğini farketti. O,camızından başkası değildi..Hayvan,gözleri çakmak çakmak olmuş,burnundan soluyarak dört nala yaklaştı ve olanca öfkesiyle ayıya saldırdı. Çocuk bir kenara kaçtı.İri yarı iki hayvan ölümüne bir mücadeleye giriştiler. Kah ayı yerlere seriliyor,kah camız ayının ağırlığıyle dizleri üzerine çöküyordu. Ama Arap kararlıydı. Sivri boynuzları ve güçlü vücuduyla ayıyı darma duman etti.Sonunda ayı pes edip kaçmaya başladı ve ağaçların arasında kaybolup gitti. Çocuk koşarak camızının yanına vardı. Ön ayağı hafif aksıyordu.Canını kurtaran kahraman camızına sarıldı. Her ikisi bir an göz göze geldiler.Çocuk,kendisine soğuk davranan camızının aslında onu çok sevdiğini anladı. Arap'ı şefkatle okşadı.

Bu olaydan sonra küçük çocuğun babası camızı satmaya karar verdi.Arap,gölün karşı tarafında yer alan Kıstıfan (Gölkaşı) köyünden birisine satıldı. Satıldı satılmasına ama yine inanılmaz bir olaya daha imza attı. Satılışında birkaç gün sonra,koca Beyşehir Gölü'nü yüzerek geçip Bademli'ye geri döndü.Ama artık o başkasının malıydı. Sahibine haber verildi ve tekrar götürüldü. Arap'tan bir daha da haber alınamadı.

 

 

BASTON KABUSU

 

(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:21)

 

 

Hidayet,çocukluğunu Yenişarbademli'de doğa ile iç içe doyasıya yaşayan birisiydi. İlkbaharda bembeyaz duman gibi açmış badem ağaçlarına tırmanır, yazın Çay'da çimer,sonbaharda biçilmiş tarlalarda öküz güder,kışın diz boyu yağan karda kar topu oynar, kızak kayardı.

Bu güzelim yıllar çabuk geçti ve askerlik gelip çattı.Acemi eğitiminden sonra dağıtım yeri olarak torbadan Zonguldak'ın Devrek ilçesini çekti. Gidip teslim oldu. Devrek,yeşillikler içinde,ortasından çay geçen şirin bir kasabaydı. Belde turistikti. Hidayet Askerlik Şubesi'nde görevliydi. Şube binası ilçenin dışında

olduğundan Devrek'i uzun zaman tanıma fırsatı bulamadı. Nihayet bir gün komutanı onu bir iş için Kaymakamlık'a gönderdi. Hükümet binası çarşının ortasındaydı. Hidayet çarşıya girdiğinde kendini kötü hissetmeye başladı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor, ayakları dolaşıyordu. Neredeyse görevini unutacaktı. Onu bu hale sokan baston dükkanlarıydı. Devrek çarşısı,her tarafı envai çeşit baston satan dükkanlarla doluydu. Vitrinlerinde,''Meşhur devrek bastonları burada satılır'' levhaları asılıydı.Hidayet,etrafa biraz göz attıktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Hiç sevmezdi bastonları..

İşini bitirip Şube'ye döndü. Döndü ama,dönerken bastonlar sanki peşinden geliyor hissine kapılmıştı. Hidayet o günden sonra rüyalarında yılan şekline bürünmüş bastonlar görmeye başladı. Uykusundan kan ter içinde sayıklayarak uyanıyordu.Onun bu halini gören asker arkadaşları durumu komutana ilettiler.Komutan da Hidayet'i tebdili hava olarak memlekete izine gönderdi. Dönüşünde de sorununu öğrenip onun Çaycuma ilçesine naklini sağladı. Böylece Hidayet'in Devrek kabusu sona ermiş oldu.

Hidayet'in baston fobisi nereden kaynaklanıyordu?..Bunun altında yatan sır neydi?..

Şuydu: Hidayet ilkokul çağlarında oldukça hareketli ve yaramaz bir çocuktu.Sabahtan akşama kadar sokaklardaydı. Akşam karanlığı çöktüğünde, ''başına kül torbası düşer'' diye büyüklerince korkutulmamış olsa gece de eve zor gelecekti.Gündüzleri sokak kenarına yığılmış uzun siyah su boruları yığını üzerinde oynamayı pek severdi. Boruların bir ucuna kendisi,diğer ucuna arkadaşları geçer birbirlerine bağırırlardı.

Bir gün çeşme borularını yerinden oynatmaya çalışırken başlarında Yusuf Ali belirdi. Adam bastonuyla borular vurarak,''Oynamayın borularla,deyyuslar!..'' diye bağırarak onları oradan kovdu. Yusuf Ali (Tuna), şişman, heybetli yapılı, şahin bakışlı bir adamdı. Elinde hep bastonu vardı.Davudi sesiyle ve baston sallamasıyla çocukların adeta bir kabusuydu.Çocuklar,''Yusuf Ali geliyor!..'' diye bir ses duyduklarında darmadağın olup kaçışırlardı. Hatta çocuklar arasında,Yusuf Ali'nin bastonunun yere atılınca yılan olup çocukları yuttuğu söylentisi bile yaygındı. Hz.Musa'nın asası için anlatılanlar adeta Yusuf Ali'nin bastonu efsanesine dönüşmüştü. O çocuklar büyüdüklerinde de Yusuf Ali dayıya mesafeli dururlar,ondan çekinirlerdi. Böylece Yusuf Ali kasabada belli bir otorite sağlamış oluyordu. Hatta kısa bir dönem de belediye reisliği yaptı.

Hidayet'in Yusuf Ali ile birebir yaşadığı bir olay onun ruhunda derin izler bırakmıştı. Şöyle ki: Bir gün Hidayet sokak çeşmesinde suyla oynarken Yusuf Ali'nin hışmına uğradı. Suyun tazyikli sesinden Yusuf Ali'nin yanına yaklaştığını farketmemişti. Koca bir gölge aniden güneşini kesmiş, başını kaldırdığında öfkeyle dolu yürek delen bir bakışla karşılaşmıştı. Büyük bir panik içinde fırladı. Hızla uzaklaşırken Yusuf Ali bastonunu onun arkasından fırlattı. Baston başını yalayıp geçerken Hidayet'in ayağı taşa takılıp yere kapaklandı. Dizleri ve avuç içleri kan içinde kalmıştı. Can havliyle kalkıp koşarak ve ağlayarak evlerinin yolunu tuttu. Bu olay, Hidayet'in ruhunda derin izler bıraktı. İşte Devrek'te yaşadığı bunalım buradan kaynaklanıyordu. Baston görmek onun iç dünyasında derin sarsıntılar yaratıyordu.Aradan uzun zaman geçip yaşı ilerleyince, Hidayet'in Allah'a en büyük duası; kendisini bir bastona muhtaç etmeden canını almasıydı.

 

 

Devamını okumak için tıklayın

 

 

Bu Web Sitesi En İyi 1024x768 Ekran Çözünürlüğü ve Gerçek Renkte Görüntülenebilir.
Webmaster: N.Yaşar Akgül

Web hosting by Somee.com