(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:16)

Yenişarbademli'de bir zamanlar,devlet memuru olmuş kişi sayısı pek
azdı.Bunların bir kısmı Belediye'de ve Orman İdaresi'nde çalışan kişilerdi.
Büyük çoğunluk öğretmendi. Bunlar Muallim Mektebi veya Köy Enstitüsü'nden
mezun olmuş olan, Cumhuriyetin ilk aydın öğretmenleriydi.
{Şevket,Veli,Süleyman,Sami(genç yaşta öldü), Mediha, Zühtü, Ali, Hasan,
Hüseyin, Ahmet, Hulki, Ekrem Hocalar...} Bu kadro halkın gözünde oldukça
saygın ve imrenilen bir şahsiyet topluluğuydu. O zamana göre maaşları da
oldukça yüksek olduğundan herkes çocuğunun öğretmen olmasını isterdi. Ama bu
mümkün değildi, zira öğretmen okulu sınavı çetin bir sınavdı. Bir avuç
devlet memuru dışındaki büyük kitle ziraatle uğraşır,arazi kıt olduğu için
de mahsül ancak ailenin karnını doyururdu. Satıpta para kazanacak artı bir
ürünü pek az olurdu.
İnsanlar hep ''bir damlayanımız olsun'' isterdi.Bu da ancak maaş demekti.O
da onlar da yoktu. Diğerleri neyse ne de, nakit kıtlığı oğlan askere
gidince, hele bir de oğlan-kız evlenecekse ailelerin belini iyice bükerdi.
Allah'tan ki Bademli bir ''orman köyü'' idi ve ''tomruk çekme'' işi,onların
derdine bir nebze çare olurdu.Orman İdaresi tomruk sezonunu açtığında
kasabaya bir hareket gelir, akşamdan kağnılar öküzler hazırlanır, sabah
erkenden yollara düşülürdü.
Böyle bir zamanda Aşağı Mahalle'den Mehmet Ağa'da tomruk için alaca
karanlıkta kalkıp hazırlıklarını yaptı ve karısı Hatça'nın hazırladığı azık
kabını alıp diğer komşularıyla birlikte yola çıktı. Ormana varınca kendisini
büyük kuturlu kocaman bir tomruk seçti.Kocaman tomruk seçti çünkü paraya çok
ihtiyacı vardı. Diğerlerinin yardımıyla tomruğu kağnıya yükledi ve kendisi
de onlara yardım ettikten
sonra hep beraber gerisin geri yola koyuldular.
Hava akşam üzeri karardı ve yağmur çiselemeye başladı.Yollar toprak
olduğundan az sonra yumuşadı. Kağnıların tekerleri ağır yük nedeniyle
batıyor,öküzler zorlanıyordu. Mehmet Ağa habire öküzleri övendireyle
dürtüyor,bağırıp çağırarak onları yüreklendirmeye çalışıyordu. Soldaki kara
tosun genç ve güçlüydü,ama sağdaki sarı öküz yaşlıydı ve hep geri kalıyordu.
Asıl embeli o yiyordu. Maltepesinin oralarda teker bir çukura girdi ve kağnı
durdu. Mehmet Ağa öküzleri dehledi, embelledi, kara tosun boyunduruğa
asıldı, ama sarı öküzde mecal yoktu.Arkadakiler de kağnıyı yürütmesi için
seslenince Mehmet Ağa iyice öfkelendi ve övendireyi sarı öküzün sırtına
boylu boyunca darp etmeye başladı.Onu gören köylüler ''Yapma,Etme!'' diye
koşup geldiler ve kağnıyı itelediler. Sarı öküz harman yerindeki depoya
gelinceye dek sahibinden işkence gördü. Depoya varınca Mehmet Ağa tomruğu
indirdi ve nakliye pusulasını alıp evin yolunu tuttu.Pusulada ne kadar para
yazdığına bile göz atmadı.Yüzü asıktı,canı sıkkındı. Güya sarı öküz onu ele
güne rezil etmişti. Bunu kendine yediremiyordu.
Gel zaman git zaman Mehmet Ağa sarı öküzü iyice dışladı.Ona ne doğru dürüst
ot veriyor,ne de suluyordu. Öküzceğiz onu görünce korkulu gözlerle ahırın
bir köşesine kaçıyordu. Övendire darbelerinden sırtı boylu boyunca yara
içindeydi. Geceleri inliyor,insan gibi feryat ediyordu. Mehmet Ağa'nın
karısı Hatça ''Zavallı öküz ağlıyor!'' diye söyleniyor,kocası ''O cezalı!''
diye ilgilenmesine mani oluyordu.
Bir gün Mehmet Ağa Asım'ın kahvesi önünde çayını yudumlarken,yoldan modern
giyimli bir bayan geçiyordu. Bu bayan Mediha öğretmendi. (Bademli'nin ilk
kadın öğretmeni.) Arkasında da sevimlimi sevimli bir kuzu vardı. İple bağlı
olmamasına rağmen kuzucuk onu tıpış tıpış takip ediyordu. Kahvedekiler
onları hayranlıkla izliyordu. Mediha öğretmen bekardı. Bu kuzuyu doğar
doğmaz yanına almış, adeta evlat edinmişti. Onların birlikteliği kasabanın
dilindeydi. Onların uzaklaşışını seyreden Mehmet Ağa bir an duygulandı.
Mediha öğretmenle kuzusu yüreğini hoplatmıştı. Ne büyük hayvan sevgisiydi
bu… O an sarı öküzü düşündü.Kuzu gibi o da bir hayvandı.Üstelik kuzu gibi
sadece süs hayvanı değil, aileye yıllarca hizmet eden çok faydalı bir
hayvandı. Onu el üstünde tutması gerekirken ona kötü muamelede
bulunmuştu.İçi burkuldu,gözü yaşardı. Hemen evin yolunu tuttu. Ahıra girip,
korkulu ve ağlamaklı gözlerle bakan cefakar öküzüne sarıldı. Ondan kendisini
affetmesini istedi. Mehmet Ağa ertesi gün sarı öküzü Çay'da bir güzel
yıkadı.Sonra yaraları için merhemler bulup sırtına sürdü.Onu hiç kağnıya
koşmadı.Eşten dosttan borç alarak yeni bir öküz aldı. Sarı öküzü de emekliye
ayırdı.
Bir gün Asım'ın kahvesi önünde oturanlar,önde Mehmet Ağa arkada sarı öküzü
olmak üzere yoldan geçerken görünce,''Hey Mehmet Ağa, iki ihtiyar peşi sıra
nereye gidiyorsunuz böyle!'' diye takıldılar. Mehmet Ağa'nın;iç dünyasında
ukde kalmış bir duyguyu yaşadığını nereden bilebilirlerdi.
Bu olup bitenleri yaşayan bilir,yaşamayan bilmez.
CAMİARDI' NDAKİ HAYALET
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:15)

Yenişarbademli'nin çeşmelerinden bugün gürül gürül sular akıyor ama bu öyle
kolay olmadı..Halk yıllarca arıklardan ve çaydan su temin etti. Sağlıklı
olmayan bu suları; kah kadınlar sırtlarında testi,ellerinde bakraçlarla, kah
eşeğin üzerine konan heybenin iki gözüne yerleştirdikleri testi ve
güğümlerle yaz kış demeden evlerine taşıdılar.
''Dökme suyla değirmen dönmez'' derler ama,çamaşırları yüneklikte yıkasalar
da,kadınların diğer ev işlerini bu kıt sularla nasıl hallettikleri bir
muammadır. İçme suyu o kadar değerliydi ki; komşudan gelen yemek kabı iade
edilirken içine su konupta geri verilirdi. Su kutsaldı, bir damlası dahi
ziyan edilmezdi. Komşu komşudan su ödünç alırdı. Yaşlılar su ikram
edildiğinde ''su gibi aziz ol'' derlerdi. Evlerde kapçı Musa'nın imal ettiği
boy boy kırmızı testiler sıralanırdı. Su değerliydi ama bu demek değildi ki
içimi güzeldi..Aksine arık ve çaylardan temin edildiğinden nahoş
kokar,üstelik çocukların barsaklarında solucan oluşmasına neden olurdu. Ama
çare yoktu..Su su idi..
''Su akar Türk bakar'' misali,yıllarca Dedegül dağlarındaki pınarların
suları kasabanın içine uğramadan Göl'e,oraya buraya aktı durdu. Ta ki 1950
yılının ortalarına kadar..Nihayet devlet Yenişarbademli'ye çeşme getirilmesi
kararı almış ve uzun yıllar sürecek çalışmalara başlanmıştı. Çeşme
denildiğinde,o günleri gören insanların ilk aklına gelen; köstepek yuvası
gibi kazılmış yollar ve öbek öbek yol kenarlarına yığılmış 8-10 metre
boyunda kara kara borulardır. Boru döşeme çalışmaları büyük sıkıntılar
yaratsa da,gelen yabancı işçi, ve ustalar kasabaya sosyal ve ekonomik
hareketlilik getirmiştir.Bu elemanlar arasında,Asım'ın Kahvesi'ni mekan
tutmuş Osman Ağa ile,tüm Bademlililerin sempatisini kazanmış karadeniz uşağı
Sucu Kemal hafızalardan silinmeyecek şahsiyetlerdir.
Kazı çalışmaları kasabanın kaya zemininde oldukça zor ilerlerken,Camiardı'nda
vuku bulan bir esrarengiz olay işin meşakkatine tuz biber ekmiştir.
Kasabanın yukarısından gelen bir hattın Camiardı'ndan geçip,ilkokulun
önünden,Hayataltı'na doğru ilerlemesi gerekiyordu. Ama garip bir şeyler
oldu. Şöyle ki: İşçiler boruları birleştirirken araya erimiş kurşun
döküyorlardı. Ama bir gün sabah işçiler geldiğinde bu kurşunların eriyip
toprağa
akmış olduğunu gördüler..Bu kendiliğinden olacak şey değildi. Dikkati çeken
birşey daha vardı: Etrafta sönmüş kor ve kül kalıntıları göze çarpıyordu.
Sanki birisi ateş yakıp kurşunları eritmişti. Aynı olay ertesi günüde tekrar
etti. Herkes şaşkınlık içindeydi. Olay sırasında orada evi olan Demirci
Tevfik'in de başı dertteydi. Zira sabahları demirci dükkanına girdiğinde
körüğün işletilip kömür yakıldığını farkediyordu. Kendisinden şüphelenilir
diye bundan kimseye bahsetmedi.
Etrafta bir dedikodu furyası başladı..O hatta bir uğursuzluk vardı..Bir
hayalet gelip boruları ayırıyordu. Akşamları kimse oradan geçemez oldu. En
sonunda Camiardı boru hattı iptal edildi.Çukurlar kapatıldı.
Bu olayda yatan sır neydi? Kim kurşunları eritiyordu.?
Bilinmeyen şuydu: Yenişar'a bir zamanlar 7 evliya gelmişti.Bunların
bazılarının yeri belliydi.Bir tanesi de Camiardı'nda medfundu. Mezarı açıkca
belli olmayan bu ''yatır'',belli ki üstünden boru hatının geçmesini
istemiyordu.
Bu hikayeyi yaşayan bilir, yaşamayan bilmez.
BİTMEYEN BAYRAM YEMEKLERİNİN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:14)

Yenişar'da eskiden ramazanlar bambaşka bir atmosferde geçerdi.Tüm kasabayı
manevi bir hava kaplar,genci yaşlısı hep niyetli olurdu.Geceleri evlerde
çalar saat yaygın olmadığından mutlaka davulla kalkılırdı.Sahurda hoşaf
eşliğinde,topalama, erişte veya çubuk makarna yenirdi.Yemekten sonra
da,''Ekmek yedim kuruca,su içtim duruca, niyet ettim niyetlendim yarın ki
oruca'' diye niyetlenilirdi.
İftar saatinde Dede'den tüfek atılırdı. İftardan kısa süre sonra kandiller
asılmış tahta minareden sala verilir ve kalabalık bir kasabalı (çocuklar
dahil) teravihe giderdi.
En meşakkatli oruç,Ağustos ayındaki ekin-orak dönemine denk
gelendi..Cehennemi sıcaklıkta ekin tarlasında orak sallayan kadın ve
erkekler,büyük sabır ve metanet gösterirler,susuzluktan yansalar da
oruçlarını bozmazlardı.( Ama Yukarı Mahalle'den bir saf kızcağızın çok
susayınca evlerinin karanlık bodrumuna girip,''Burada Allah görmez' diyerek
testiyi kafasına diktiği de bir şayia olarak anlatılırdı.)
Ramazanın sonuna doğu davulcu Çangal Rıza sahurda evlerin penceresi önüne
gelir,''Uyan mehmet Ağa uyan,gül yastıklara dayan..'' diye maniler
söyleyerek ''okşama'' yapar ve bahşiş toplardı.
Bayramlar da ayrı bir güzellikteydi. Yolda birbirine rastlayan herkes
bayramlaşmadan geçmezdi. (Camiden çıkınca sıraya durma adeti o zamanlar
yoktu.) Bayramı özellikle çocuklar çok severdi.En büyük eğlenceleri
sokaklarda büyük gürültülerle mantar patlatmaktı.
Hem Ramazan,hem de kurban bayramlarında yaşanan en önemli olay ''Bayram
Yemeği'' dir.Her mahallede sırayla bir eve komşular yemek getirir ve
kasabanın erkekleri orada gelip karnını doyururdu.
Bir ramazan bayramı,Aşağı Mahalle'de bayram yemeği Cemal Hoca'nın evinde
veriliyordu.Yemek vakti gelince tüm kasabalılar gruplar halinde eve gelmeye
başladılar.İki oda ve hanayda sofra kuruldu.Büyükler odalarda, çocuklar
hanayda yemeğe başladılar.Sofranın biri kuruluyor,biri
kaldırılıyordu.Sofraya hizmet eden kişi elinde tabakla ayakta bekliyor,eğer
sofradakiler hızlı yemiyorsa,''Bu değirmen iyi çalışmıyor'' diye latife
yapıyordu.Sofraya her tabak konuluşunda,''Bu ekmek işi, ya da bu kaşık işi''
denip ona göre hamle yapılıyordu.(Tahta kaşık yetmezse iki kişinin aynı
kaşığı sırayla kullandığı olurdu.) En sonunda pilavla hoşaf gelir, buna
''kara haber'' denirdi.Ama bazen varsa son yemek baklava olur, karabulutlar
hemen dağılıverirdi.
O gün büyüklerin yemek yediği odaların birinde ilk sofra kurulduğundan beri
hiç kalkmayan bir yabancı vardı.O hengame ve boğaz savaşı sırasında pek
dikkati çekmeyen bu yabancı;kırlaşmış sakallı, beyaz başlıklı,yeşil gözlü,
güler yüzlü, mütevazi duruşlu,çelimsiz yaşlıca bir zattı.Herkes karnını
doyurma telaşı içinde olduğundan ona,''Kimsin? Necisin?'' diyen olmamıştı.
Pek bir yemek yer hali de yoktu. Herkes karnını doyurup gidince,sessizce
kısa bir dua etti ve o da kalkıp gitti.
O günün akşamı,eve yemek getiren mahallenin kadınları kap kacakların almak
üzere eve vardıklarında şaşırıp kaldılar. Zira getirdikleri yemekler
kaplarında aynen duruyordu.Ne olup bittiğine akıl erdiremeseler de dolu
kaplarını alıp evlerine döndüler.
Yemekler neden aynen duruyordu? ( Oysa herkes o bayram öyle tıka basa
yemişti ki,o gün yedikleri yemeklerin lezzetini ve bolluğunu yıllarca
unutamadılar.)
Bu olaydaki esrar neydi?
Şuydu: Kimsenin farkında bile olmadığı o kişiden geliyordu yemeklerin
bereketi. O zat,bedeni zavallı ama ruhu yüce bir kişi idi..Ramazanda
memleket memleket gezer,oralara nimet ve bolluk getirirdi.
O bayramda da bundan Bademli nasiplenmişti.
Bu öyküyü bilen bilir,bilmeyen bilmez.
HOYRANLI KADINA HAZIRLANAN ÖLÜMCÜL TUZAK
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:13)

Yenişarbademli ve Hoyran (Gölyaka) gerek yerleşim,gerekse örf ve adetler
bakımından oldukça farklıdırlar. Hoyran'da ova,Bademli'de dağ kültürü
vardır. Hoyran Göl'den, Bademli ormandan yararlanır.Hoyran'ın evleri
kerpiçten,Bademlininki taştandır.Hoyranlılar haşhaş(şimdi kalktı), kelek
(kavun), domates, bostan (salatalık) yetiştirir. Akarsuları olmadığı için
her evin bahçesinde kuyu bulunur ve sebzeler buradan sulanır.Bademli'nin ise
fasülyesi meşhurdur. Toprağından mıdır,suyundan mıdır nedendir,özellikle
yeşil fasülyenin tadına doyum olmaz.
İki yerleşim yeri çok yakın olmalarına rağmen aralarında hiçbir sıcak ilişki
kurulmamıştır. Hatta bir tarihte mera gerginliği bile yaşamışlardır. İki
yerin erkekleri birbirlerine soğuk dururlar ama kadınlar cephesinde durum
tersine olsa da,tatsız bir olay iki tarafı üzmüştür.
Bir yaz günü Bademli'den aşağı köylere giden bağlar arasındaki yolda bir
kadın bulundu. Kafası kanlar içerisinde dikenli temelin dibinde ölü gibi
yatıyodu. Onu bulan köylüler Jandarma'ya haber verdiler.Kadının Hoyranlı
olduğu anlaşılıyordu.Ama burada ne işi vardı? Başına ne gelmişti? Onu bu
hale kim getirmişti?
Kadın ölmemişti. İlk müdahaleyi Bademli'de sağlık memuru yaptı.Kadın daha
sonra Hoyran'a götürülüp ailesine teslim edildi. Jandarma olay yerinde
araştırma yaptı ama ne bir şahit, ne de bir delil bulabildi. Olay böylece
kapanıp gitti.
Hoyranlı Nezive (Nazife) kadını ölümle burun buruna getiren olay neydi?
Şuydu: O zamanlar Hoyranlı kadınlar heybelerine sebze ve kavunları
doldurup,eşeğe yükleyerek Bademli'nin yolunu tutarlardı. Bademli'de
tanıdığı bir aileye misafir olur,o ailenin kadını,Hoyranlının
getirdiklerini komşularına götürür,yerine de genellikle kuru fasülye alıp
getirirdi.Buna ''değişim'' denirdi.İşte iki köyün kadınları arasında böyle
bir yardımlaşma vardı. O ölümden dönen kadın da bu amaçla yola düşmüştü. Ama
Bademli çocuklarının sorumsuzca bir oyununun kurbanı olacağını nereden
bilebilirdi..
Bu oyun şuydu: Bademlili bazı çocuklar, Hoyranlı kadınların geçtikleri yolun
kenarındaki kuytu bir yerde pusuya yatar,tam eşek önlerine geldiğinde birden
bağırarak çıkıp hayvanı ürkütürlerdi.Zavallı hayvan korkudan fırlar,o sırada
heybedeki kavunlar yerlere saçılır,çocuklar da kadının şaşkın ve çaresiz
bakışları altında kavunları kapıp kaçarlardı. Nazife kadının da başına aynı
olay gelmişti,ama iki farkla: Birincisi,çocuklar sadece
bağırmamışlar,kocaman bir köpeği de eşeğin üzerine salmışlardı.İkincisi de,
kadın eşeğin üzerindeydi..Köpek saldırınca eşek feci şekilde ürktü ve
çılgınca koşmaya başladı.Peşine takılan köpeğe çifte atarken kadın bir
kenara savruldu ve başını taşlara çarparak kendinden geçti. Kadının durumunu
gören çocuklar korkup,kavun falan almadan oradan kaçıp gittiler. Eşek iki
gün sonra ıssız bağların arasında otlarken bulundu.Heybe ise kayıptı.
Bu hikayeyi bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KARLI ORMANDA YAŞANMIŞ İNANILMAZ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:12)

Yenişar'da eskiden ocaklarda ve sobalarda sadece odun kullanılırdı. Kömür
bilinmezdi.Kış yaklaşınca her evde kağnılara öküzler koşulur,ormana odun
getirmek üzere yola çıkılırdı.Yaş odun kesinlikle yasaktı. Gidenler kuru
odun (daha çok ardıç, ladin, meşe) yükleyip getirirlerdi.
Yukarı Mahalle'den Kara Ahmet ve Ali Osman komşu idiler. İşlerinde hep
birbirlerine yardım ederlerdi.Yaz sonuna doğru da birlikte Aydın'a çalışmaya
gitmişlerdi.
O yıllarda bazıları Aydın yöresine gidip;oradaki çiftliklerde
pamuk,narenciye, incir vb.ürünleri toplama işinde çalışırlardı. Hasat
bitince dönüşlerini de Eğridir'den drekt orman yoluna dalıp,yayan yapıldak
Pınargözü mevkiinden patika ve tehlikeli yolları takip ederek Yenişar'a
ulaşırlardı. Cüzdanlarında yemeyip içmeyip biriktirdikleri az bir para,
sırtlarında bir pamuk yorgan ve ellerinde bir sepet olurdu.Eve vasıl
olduklarında eşe dosta sepette getirdikleri portakal ve incirden birer
ikişer hediye ederlerdi.
Ahmet ve Ali Osman Aydın'dan geç döndüklerinden odun getirme işini
geciktirmişlerdi. Dönüşlerinden birkaç gün sonra bir sabah erkenden
kağnılarına öküzlerini koşup yola çıktılar. O sene kar erken yağmıştı.Yolda
ilerledikçe kar kalınlaşmaya başladı. Ama dönmek yoktu. Odunsuz kış
geçiremezlerdi.Ormanın derinliklerine doğru gidebildikleri kadar gittiler.
Kar ayak bileklerini geçmeye başlamıştı. Sonunda odunların olduğu yere
ulaştılar. Kağnıları uygun bir kenara çekip odun toplamaya koyuldular. Biraz
sonra havaya bir sis çöktü ve ince ince kar yağmaya başladı.Derken etraftan
bir takım hayvan sesleri kulaklarına geldi.Dikkatle dinleyince bunların kurt
ulumaları olduğunu anladılar. Adeta kanları doldu. Ne yapacaklarını
şaşırdılar.Alelacele ne odun yükleyebildilerse sarıp hemen yola çıkmaya
davrandılar. Tam hareket etmek üzereydiler ki yandaki ağaçlık tepeden büyük
bir kurt sürüsünün üstlerine doğru koşarak geldiğini dehşetle gördüler.Hemen
en yakındaki ladin ağacına tırmandılar. Kendileri emniyetteydi ama ya
öküzler?..Kurtlar kesin onları parçalardı..
İki arkadaş ağacın dalları arasında korku ve çaresizlik içerisinde
olacakları beklerken,inanılmaz bir olaya şahit olurlar. Puslu ve kar
çiseleyen gökyüzünden aşağıya bir şeylerin indiğini farkederler. Kurt
sürüsünün bulunduğu yere ''pat! pat!'' diye düşen bu cisimler ne olabilirdi?
Dikkatlice bakınca bu cisimlerin but biçiminde etler olduğunu farkettiler.
Evet emindiler,gökten resmen et yağıyordu.İkisi de az kalsın küçük dillerini
yutacaklardı.Belki de yutmuşlardı, zira uzun süre hiç konuşamadılar. Bir
süre sonra etlerle karınlarını doyuran kurtlar geldikleri gibi geri
dönüp,sisli ormanda kayboldular. Onlar da ağaçtan inip,korku ve şaşkınlıklar
içinde köye döndüler.
Ahmet ile Ali Osman yaşadıklarını herkese anlatırlar. İnsanlar onlara
inanmaz görünürler,ama bu hikayeyi yıllar boyu çocuklarına ve torunlarına
anlatmaktan da geri kalmazlar.
Bu hikayeyi bilen bilir, bilmeyen bilmez.
FRANSIZ TURİSTLERİN DEDEGÜL DAĞI'NA ÇIKIŞININ
SİNSİ AMACI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:11)

Epey zaman önce,bir bahar sabahı kuşluk vakti,Yenişarbademli'deki Dörtyol
Kahvesi önünde oturanlar, harman yeri yönünden gelen bir araba
gördüler.Araba ağır ağır yaklaştı ve kahvenin önünde durdu.Yabancı plakalı
olup, o zamanlar turistlerin yaygın olarak kullandığı eski model bir Cıtroen
idi araç..Kahvedekiler dikkat kesildiler.Arabanınkapıları açıldı ve biri
kadın diğeri erkek iki kişi indi.'' Bunlar turist!..'' sesleri yükseldi
kahveden.Gerçekten Fransız turistlerdi bunlar..Bizimkiler ''Hoşgeldiniz''
dediler ve kahveye buyur ettiler. Birer de çay ısmarladılar. Çaylar
yudumlanırken konuşmalar da başladı. Erkek olanı çat-pat Türkçe
biliyordu.Yanındaki eşi imiş.''Mağarabilimci'' olduklarını ve Dedegül
Dağı'ındaki büyük mağarayı incelemek amacıyla geldiklerini belirtti. Bir
rehbere ihtiyaçları olduğunu ve ücretini de ödeyeceklerini söyledi.Para
lafını duyunca bir genç hemen gönüllü oldu. Turistler Yenişar ve çevresi
hakkında bilgiler aldılar..Kalın bir botanik kitabını açıp, bazı çiçek
resimleri göstererek,onlardan bu yörede yetişip yetişmediğini sordular.
Köylüler dilleri döndüğünce yabancı misafirleri aydınlatmaya
çalıştılar.Onlar da çok memnun kalmışlar ki,kadın olanı gidip arabadan bir
koli ''Gauloise'' sigarası alıp herkese dağıttı.
İki Fransız daha sonra yanlarına rehberi de alarak yola koyuldular. Bir saat
kadar sonra Dedegül Dağı'nın yakınlarına varınca,rehberden çevre ve dağa
çıkış güzergahı hakkında geniş bilgi alıp,ücretini ödeyerek onu geri
gönderdiler.Arabayı gözden ırak bir yere gizlediler. Daha sonra ellerinde
torba ve çantalar olduğu halde bayır yukarı tırmanmaya başladılar.
İstedikleri noktaya varınca, o gün ve ertesi günü dağda epey
çalıştılar.Geceyi bir kaya kovuğunda tulum içinde geçirmişlerdi. İşlerini
bitirdikten sonra ikinci günün gecesi, Bademli'de kimsenin ruhu bile
duymadan kasabanın içinden geçip gittiler.
Bu iki meçhul yabancı kimdi?..Ne amaçla dağa çıkmışlardı?
İşin sırrı şuydu: Bunlar söyledikleri gibi mağarabilimci değil, botanikçi
idiler. Son derece nadide ve nadir bir çiçeğin peşindeydiler.O çiçek
KARDELEN
idi..Bilimsel adı ''Galanthus'' olan bu değerli bitki dağlarda yetişmekte
olup, ilkbaharın başında, üstündeki karın erimesini bile beklemeden süt
beyazı çiçekleriyle karların altından boy verirdi.Soğanı Avrupa'da çok
değerliydi. Ülkemizde yurt dışına çıkarılması yasaktı. Demek ki bu kişiler
yasağa rağmen bir yolunu bulacaklardı.
Bu nadide çiçekten Dedegül Dağı'nın kuzey yamaçlarında bol miktarda
bulunuyordu. Fransızlar çiçek soğanlarını ellerindeki özel aletlerle
söküp,torba ve çantalara doldurdular ve karlar üzeriden kaydırarak aşağı
indiler.Ondan sonrası da gayet kolaydı artık.
Biz durumun bilincinde değilken,elin oğlu taa nerelerden gelip,doğamızın
bağrını delik deşik etmiş,nadide çiçeklerimizi söküp götürmüştü..
Bu acı hikayeyi şahit olan bilir, olmayan bilmez.
BAŞ DEĞİRMENDE,
DEĞİRMEN TAŞINI DURDURAN GİZLİ EL
(HüsnüYılmaz-Hikaye
no:10)

Bademlililer,geçimlerini
tümüyle tarımdan sağladığı dönemde,evde un bitince buğday çuvallarını
kağnıya yükleyerek değirmenlerin yolunu tutarlardı.O zamanlar 3 tane su
değirmeni vardı: Baş Değirmen,Söğütlü Değirmen ve Aşağı Değirmen..Bu
değirmenler Belediye tarafından açık arttırma ile icara verilirdi.
En önde geleni olan Baş
Değirmen,Ağıllaca Yaylası'nın hemen bitişiğindeki dik bir bayırda
kurulmuştu. Ağıllaca'yı ortadan kateden bir akarsu,değirmenin dik eğimli su
borusundan (boyla) hızla aşağı akıp değirmenin çarkını çevirir. Bu çark bir
mille yukarıdaki büyük değirmen taşına bağlıydı.
Baş Değirmen'i bir
zamanlar işleten Mehmet Dayı (Keleş),iri yarı vücudu una bulanmış bir
şekilde,buğday çuvallarını kucaklayıp hazneye boşaltırdı.Daha sonra sık sık
taşın homurdanarak öğüttüğü unu eliyle kontrol eder,iri ise daha az buğday
verirdi. Değirmen taşı zamanla aşınıp düzleştiğinden,belli aralıklarla taşı
dişerdi (Çekiçlerdi).
Mehmet Dayı kendi ekmeğini
kendi yapardı.Öğüttüğü unlardan aldığı ''hak'' tan bir miktarını teknede
yoğurup hamura bazlama şekli verir ve ocaktaki sac üzerinde pişirirdi.
Yaptığı bu ekmekleri un öğütmeğe gelen köylülerle oturup yerdi.
Baş Değirmen'in üst
tarafında yer alan Ağıllaca'da köy çocukları hayvan otlatırdı.Burası akan
çay ve yeraltından sızan sular nedeniyle bol yeşil otlarla kaplı olduğundan,
köyün bir kısım hayvanları (sığırlar ve birkaç manda) buraya
getirilirdi.Yazın çok sıcaklarda sığırları ''gici tutar'' ve can havliyle
koşarak erkenden köye dönerlerdi.Mandalar (camız) için böyle bir durum söz
konusu olmadığından (suya yatarlardı),Ağıllaca'da sadece camız güden çocuk
kalırdı.
Bu çocuk yapayalnız
kaldığı bir gün (azığını erken yediğinden) çok acıkmıştı.Değirmende Mehmet
Dayı'nın ekmek yaptığını biliyordu.''Belki yapar da ben de yerim'' umuduyla
değirmene gitti.İçerde değirmenci 2 köylü ile birlikte oturmuş yemek
yiyorlardı. Çocuk kapı açıklığının bir kenarına ilişti.Yemektekiler ona
şöyle bir göz atıp kısa zamanda yemeklerini bitirdiler.Çocuğun bakışından aç
olduğu apaçık belli idi ama aldıran olmadı.Oysa değirmenci bir ekmek daha
yapabilirdi,zira yanda duran teknede yoğurulmuş hamur vardı.Değirmenci ve
diğerleri kalkıp işe koyuldular. Çocukta boynu bükük bir şekilde sessizce
oradan ayrıldı.
Değirmen taşında bir
anormallik olmuştu.Kah duruyor,kah acaip homurtular çıkararak
dönüyor,buğdayları yarım yamalak eziyordu.Değirmencinin sürekli
ayarlamalarına rağmen bir türlü düzen tutmuyor,un istendiği şekilde
çıkmıyordu.Sanki gizli bir el herşeyi bozuyordu.'' Taşa nazar değdi Mehmet
Dayı!..'' dedi bir köylü.'' O çocuk uğursuzluk getirdi!..'' dedi diğeri… Ama
o an Mehmet Dayı'nın kafasında bir şimşek çaktı..Olayı kavramıştı..''Koşun,
getirin o çocuğu!..'' diye seslendi.Kendisi de değirmeni durdurup,hamur
teknesine yöneldi.Ocağa odun,atıp ekmek yapmaya başladı.
Az sonra çocuk
gelmiş,sıcacık ekmeklerle karnını doyuruyordu.O andan itibaren, değirmen
taşı daha hızlı dönmeye ve apak unlar üretmeye başladı.
O günden sonra Mehmet
Dayı,fırsat buldukça ekmekler yapıp,Ağıllaca'daki çocuklara dağıtmaya
başladı.Yenişar havalisinde de,bu değirmenin öğüttüğü unların çok bereketli
olduğu inancı yayıldı.
Bu yaşanmış olayı bilen
bilir,bilmeyen bilmez.
YETİM
RECEP' İN DÜĞÜNÜNDEKİ GİZEMLİ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:9)

Yenişarlı gençler babalarının hatta dedelerinin düğününü kimlerin yaptığını
biliyorlarmı acaba? Bilen de vardır,bilmeyen de mutlaka..
Bademli'nin ''davulcularından'' bahsediyoruz…Onlar ki 1960'lı
yıllardan itibaren yüzlerce gencin mutlu bir yuva kurmasında en büyük
katkıyı sağlamışlardır.
Bu ekip 3 kişiden oluşmuştur: Lakaplarıyla ifade edecek olursak; Çangal Rıza
(davul), Hebil Hüseyin (davul) ve Çoban Osman (zurna)..
Bu üçlü TRİO yalnızca davul-zurna çalmazlar,aynı zamanda ''saz ekibi''dirler.Düğün
geceleri Hebil Hüseyin saz,Çangal Rıza cümbüş ve Çoban Osman def-davul
çalıp,türküler söyleyerek halkı eğlendirirlerdi.
Bu ekip türlü türlü davul havası icra ederdi.Örneğin bir normal ritimde
çalışları vardı. Ama ''güvey okşarken'' zurna ve davulların ayrı bir çalışı
söz konusudur.Gelini kız evinden alıp giderken ise çok hızlı bir tempo ile
çalarlardı. Düğün bitince,oğlan evinin önüne davullar yatırılır ve halk
davulların üzerine bahşiş bırakırdı.
O zamanlar Recep adında fakir mi fakir bir çocuk vardı. Babası yoktu.Kışı
ince bir giysi ile geçirir, bazen doğru dürüst bir pabuç bile bulamazdı.
İlkokulda okurken arkadaşlarının verdiği kalem defterle idare ederdi.Ama çok
sevecen, gözleri zekice parlayan, mert bir çocuktu Recep..
Gel zaman git zaman Recep büyüdü ve evlenecek yaşa geldi.Akrabalarından bir
kız bulup masraflarını zar zor denkleştirerek nişanlandı.
Düğün günü gelip çatınca Recep parasızlıktan ne yapacağını şaşırır.Kız
tarafı ise düğünün bir an önce yapılması için sıkıştırmaktadır.
Recep'in, en önemlisi ''davulcuları'' ayarlaması gerekmektedir.Kahvede Rıza
Dayı'yı bir köşeye çekip,düğün yapmak istediğini ama onlara verecek bir
kuruşunun olmadığını ifade eder.'' Benim için hayırına çalın'' der.Rıza dayı
hemen cevap vermez.Ertesi gün arkadaşlarına danışır ama sonuç
olumsuzdur.Recep'e red cevabı verilir. Genç delikanlının dünyası başına
yıkılmıştır. Çaresizlik içerisinde kıvranmaktadır.
Ama sonrasında 3 evde yaşanan garip ve korkutucu olaylar herşeyi
değiştirir.Şöyle ki: Bir gece yarısından sonra Çangal Rıza ve Hebil
Hüseyin'in evindeki davullar kendi kendine çalmaya başlamışlardır. Aynı olay
Çoban Osman'ın zurnası için de geçerlidir.
Ertesi sabah üç arkadaş buluşup,gece yaşadıklarını birbirlerine
anlatırlar.İşin içinden çıkamayınca da bir hocaya giderler.Hoca onlara,''Bir
gencin isteğini reddetmişsiniz. İsteği içinde ukde kalmış ve hayali gelip
sizin aletleri çalmış'' der.Bizimkilerde jeton düşer.
Bir hafta sonra Bademli'de davullar gümbür gümbür çalar.Çoban Osman
zurnasını bütün gücüyle üfler. Recep evleniyordur..
Bu inanılmaz olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
FORD KAMYONUN BADEMLİ'YE GELİŞİNİN PERDE
ARKASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:8)

Bademli Belediyesi'nin adeta efsaneleşmiş Ford kamyonunu hatırlamayan
yoktur. Bu açık mavi renkli 5 tonluk kamyon ,1950'lerin sonunda Amerikan
Marshall yardımı çerçevesinde Türkiye'ye hibe edilen yüzlercesinden biridir.
Bu cefakar Ford ne hizmetler görmüş,başına neler gelmiş saymakla bitmez.Bu
kamyon Yenişar'a adeta hayat vermiş,medeniyet getirmiştir.Çoğu yaşlı insan
hayatında motorlu vasıta olarak ilk kez onu görmüştür.
Bu kamyonun, sağlam yapısı ve güçlü motoruyla Yenişar ovası ve dağ
yollarında lastik izini bırakmadığı bir karış yer kalmamıştır
denilebilir.Sadece Belediye'nin resmi işlerinde kullanılmamış,hergün sabah
akşam Ş.Karaağaç Bademli arasında yolcu taşımış; kah dağdan sırtında tomruk
indirmiş,kah Göl'den kum çekmiş,kah ev inşaatlarına taş taşımıştır.Ayrıca
yaz mevsiminde o çilekeş kamyonu bozuk tarla -bahçe yollarında devasa
ekin,ot yükleri altında adeta inleyerek yol aldığını, ama hiç pes etmediğini
görürdünüz.Kasabanın acemileri şoförlüğü o kamyonda öğrenmişlerdir.Bazı
sürücüler onu hor kullanmış,hatta bir tarihte Yenice yolunda da
devirmişlerdir.
Bir yere giderken yolcular onun hep ''şoför mahalli'' ne binmek
istemiştir.Orada seyahat etmek (uçaklardaki VİP yolcuları gibi) bir
ayrıcalıktır.Bu nedenle 3 kişilik olan bu mahalle bazen 5 kişi sıkış sıkış
binerler,ama hiç rahatsızlık hissetmezlerdi.
Bu güzel kamyona duyulan hayranlıktan olsadır ki,o sıralar bir söz icat
olunmuş,ağızlara adeta sakız olmuştur; ''Alırsın bir Ford,olursun bir Lord!''
Bu kamyonun Bademli'ye tahsisi sırasında Bademlililerin bilmediği bir olay
yaşanmıştır. Şöyle ki: Amerikan yardımı kesinleşince devlet hangi gelişmemiş
yörelerdeki kasabalara kamyon tahsis edileceğini belirlemiştir.Araçlar
Türkiye'ye teslim edilince de,bu liste doğrultusunda Valiliklere sevk
edilmiştir.
Isparta Valiliği diğer belediyeler gibi Bademli Belediyesi'ne de bildirimde
bulunarak,aracın gelip teslim alınmasını istemiştir. Bu haber Bademli'de
bayram havası yaratmış,Belediye yetkilileri hemen yola çıkmışlardır.Ama
heyet orada bir sürprizle karşılaşmış,adeta şoke olmuştur.Listede geçen
kasaba adı ''Y.Bademli'' dir,ama açılımı ''Yaka Bademli'' dir.Yenişarlılar
duruma itiraz ederler,ama nafile..Yaka Bademlililer kamyonu alır
giderler..Bizimkiler pel perişan ortada kalmışlardır..Yenişar' a ne yüzle
döneceklerdir?.. Derken Belediye Reisi Mahmut Gilik'in aklına siyaset yolunu
denemek gelir.Hemen Isparta Milletvekili Sadettin Bilgiç'i arar.Durumu ona
izah eder.''Koca Reis'' namlı Sadettin Bilgiç olayla yakından
ilgilenir.Giden kamyona el koymaya çalışır ama bu defa diğer Milletvekili
Mustafa Gülcigil araya girer,giden kamyon geri gelmez.Ama Koca Reis bu işin
peşini bırakmaz,ŞKaraağaçlı olduğu için Bademlilere bir kamyon çıkartmayı
başarır.
Ford,Bademli'de davul zurna ile karşılanır.
Bu meşhur kamyon böylece,Yenişar'ın tozlu topraklı yollarında çeyrek yüzyıl
sürecek serüvenine başlamış olur.