MINDIRAS ADASI *
(İki çağın bilimkurgusal ve fantastik öyküsü)
E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com
2. Bölüm
Profesör Sadeddin Kubat, sultan kardeşi ile son konuşmasından sonra kendi dünyasına döndü. Yaşadığı dünya, yüzyıllar öncesinin hayat tipinden çoktan kopmuştu. Modern çağın insanı o eski devirleri neredeyse "ilkel" olarak nitelendiriyordu ancak farkında olmadıkları bir şey vardı. O dönemler insanların gerçekten mutlu yaşadıkları devirlerdi; stressiz, dingin, doğal bir hayat.. Bunun farkında olan pek az insan vardı.. Profesör Kubat'ta kardeşiyle konuştuktan sonra bunu kavradı. Böyle bir hayat özlemi içinde yanıp tutuşmaya başladı. Sultan kardeşine modern icat ve keşifleri iletiyor, o da gerçekleştirmeye çalışıyordu. Kendisi de Sultan Alaaddin'den öğrendiği hayat tarzını yaşadığı dünyaya taşıyabilir miydi acaba? Bu düşüncelerle "ben ne yapabilirim?" sorusuna cevap aramaya başladı. Sonunda kararını verdi: Sekiz asır önceki kutlu dönemi tekrar yaratacaktı.. İkiz kardeşi sultandı. Bu asil unvanı çocukluğundan beri ruhunun derinliklerinde hissetmemiş miydi.. Evet, hissetmişti.. Hayaller kafasının uçuşuyor, projeler gitgide somutlaşıyordu. Ne edip yapıp insanların doğal ve mutlu bir hayat sürdüğü bir yer yaratmalı, bu yerin sultanı da kendisi olmalıydı. Düşündükçe coşkuya kapılıyor, olacaklar gözünün önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Eğer bunu başarırsa dünyaya da örnek teşkil edecekti. Başka başka yerlerde de böyle doğal yapıda dünyalar kurulacağı kesindi. Bunu başarırsa, insanlığın yapay hayattan sıyrılması için ilk adımı atan kişi olarak anılacaktı. İçi içine sığmıyordu. Kafasında tasarladıklarını gerçekleştirmenin en can alıcı noktası mekânın saptanmasıydı. Hayal dünyasını nerede kurabilirdi? Çeşitli alternatifler üzerinde durdu. Bir ovada mı? Bir vadide mi? Yoksa bir adada mı? “Ada” sözcüğü birden kafasında bir ışık yaktı. Evet, sultanlığı için en elverişli yer bir ada olabilirdi. “Hangi ada olabilir” diye düşünürken Beyşehir Gölü’ndeki irili ufaklı adalar aklına geldi. Mındıras Adası’nı hatırladı. Bu ada Kubadabad yakınında büyük bir adaydı. Yaptığı seyahat sırasında etraftaki adaları kameraya aldığını hatırladı. Hemen filmi bulup cihaza taktı ve adanın panaromik görüntüsünü inceledi. Adanın yeterince büyük olduğunu gördü. Projesi için ideal bir yerdi. Projenin adını da o anda koydu: Kutlu Ada Projesi. Profesör Kubat, hayal ettiği dünyayı gerçeğe dönüştürmek için yoğun bir çalışma temposu içine girdi. Tanınmış bir mimarla anlaştı. Ona projesini anlattı. Beraberce gidip adayı gezdiler. Adada çok az ağaç vardı. Sahilini, yalvaran kayaları, büyük çukuru, mağaraları ve eski bina kalıntılarını dolaştılar. Sonra bir tepeye çıkıp adayı kuşbakışı seyrettiler. Profesör Kubat karşı sahilde Kubadabad’ın silüetini görünce orada başına gelenlerden dolayı içi ürperdi. Başını çevirip mimara sordu: “Nasıl buldun? Projemize uygun mu?” Mimar adanın her yönden projeye elverişli olduğunu bildirdi. Eve döndüler. Profesör tüm maddi varlığını paraya çevirdi. Bir miktar da kredi alarak sermayesini oluşturdu. Parası şimdilik yetecek gibi görünüyordu. Vakit geçirmeden büyük bir “dinlenme tesisi kompleksi” kurma amacıyla Mındıras Adası’nı kırkdokuz yıllığına kiralamak üzere devlete başvurdu. Yetkililer böyle ıssız bir adadan devletin büyük gelir sağlayacağını düşünerek fazla zorluk çıkarmadılar. Bir dizi bürokratik işlemlerden sonra kontrat imzalandı. Profesör ilk ve en önemli adımını atmıştı. Daha sonra bir ekiple adaya gelip şantiye binasını kurdular. Profesör ve mimar baş başa vererek projeyi kâğıda döktüler: Önce adaya hâkim tepede Kubabad Sarayı’nın küçük ölçekte bir benzeri inşa edilecekti. Bu küçük sarayın bir odası Profesörün laboratuarı olacaktı. Yapılacak diğer binaları da belirlediler. Doğal görünmesi için saray ve tüm binalar ahşap malzeme ile inşa edilecekti. Ayrıca bir de çiftlik kurulacaktı.
Boş alanlara park ve bahçeler yerleştirilecekti. Adanın kalan arazisi tarım
için ayrılıyordu. Adada yaşayan koloni her şeyini doğal bir şekilde kendi
yetiştirecek, kendi üretecekti. Kubadabad Sarayı'nda toplanan Değerlendirme Kurulu, keşifler dünyasına yelken açmış, Sultan Alaaddin'in, kardeşi Sadeddin'den aldığı bilgiler doğrultusunda insan vücudundaki kan dolaşımını araştırmak üzere Keşifler Kurulu'na gerekli talimatı vermişti. Kurul Başkanı Emir Behram, ekibi topladı: "Efendiler, insan sağlığı nedeniyle tıbbi ilerlemelere çok önem vermemiz gerekiyor. Bugüne kadar insan vücudu ile ilgili bir takım keşiflerde bulunduk ancak bilmediğimiz daha çok şey var. Mesela kan dolaşımı.." Kurul üyeleri homurdandılar. "Kan dolaşımı mı? O da ne?" "Kanın dolaştığını kim söyledi?" "Kan damarda durur ve damar kesilirse fışkırır. Neden dolaşsın?" Emir Behram devam etti: "Evet,dolaşıyormuş.. Hem de iki şekilde;büyük kan dolaşımı ve küçük kan dolaşımı olarak.. Bu bilgi bize Yüce Sultanımızdan intikal etmiştir. Ona kim söyledi bizi ilgilendirmez. Bize düşen bu olayı araştırmaktır." Bir kurul üyesi: "Bu araştırmayı canlılar üzerinde yapmalıyız ki kanın hareketini görebilelim." Emir Behram açıkladı: "Hayvanın canlısı, insanın da cesedi üzerinde araştırma yapacağız." Bir başkası tedirgin oldu: "Dikkatinize arz ederim ki cesed üzerinde tıbbi çalışma yapmak günahtır. Tanrı bizi lanetler." Emir Behram kızdı: "Hangi fıkıh kitabı yazıyor bunu?. İlim için her şey mübahtır. Emir demiri keser. Denilen yapılacak, kan dolaşımının keşfi için kuruldaki herkes canla başla çalışacaktır. Çalışmayanın kellesi gider. Anlaşıldı mı?" Tüm hekimler başlarıyla onayladılar ve yapılacak araştırmanın detaylarını görüşmeye başladılar. Bir zaman sonra halk arasında korkunç bir haber dolaşmaya başladı. Şarköy mezarlığında bir şeyler oluyordu. Yeni gömülen bir genç kızla delikanlının mezarları açılmış, cesedleri kayıplara karışmıştı. Halk panik içindeydi. Bu genç kızla delikanlının hazin bir aşk öyküsü vardı: Genç kız öldüğünde henüz ondokuz yaşındaydı. Adı Ceran'dı. Ama babası ona "Toprağın Kızı" derdi. Annesi onu tarlada çalışırken toprağın üzerine doğurmuştu. Çocukken topraktan bebekler yapar, vaktinin çoğunu onlarla oynayarak geçirirdi. Toprak kaptan yemek yer, toprak testiden su içerdi. Ceran onsekizine geldiğinde dillere destan güzelliğiyle Şarköy'ün tüm gençlerinin hayallerini süsler oldu. Ama onun kalbini çalmayı başarabilen bir tek Hasancan idi. Hasancan yörenin en maharetli avcısıydı. Hergün sabah al atına atlayıp, arkasına takılan tazısıyla evden çıktığında, sokağın sonundaki evin penceresine mutlaka bir bakış fırlatırdı. O ev Ceranların eviydi. Genç kız Hasancan'ın geçeceği zamanı bilir ve o an pencerenin kenarından mutlaka bakar olurdu. Hasancan ona gülümser ama ondan hiç tepki alamazdı. Buna üzülürdü ama Ceran'ın kendisine karşı boş olmadığını da bilirdi. Hasancan bir kış günü uyanıp odanın penceresinden dışarı baktığında her tarafın diz boyu karla kaplı olduğunu gördü. "Tavşan avlamanın tam zamanı" diye düşündü. Annesinin hazırladığı çorbayı içtikten sonra okluğunu ve yayını sırtına vurdu. Atını eğerledi. Bir hamlede üzerine atladı. Tazısına seslendi. Kısrağın karnına üzengileri hafif dokundurunca hayvan ok gibi fırladı. Biraz ilerleyince delikanlı atın dizginlerini çekti zira kar tahmininden de fazla yağmıştı. Atı yürüterek sokağın sonuna yaklaştı. Ceran'ı görürüm umuduyla başını kaldırdı. Pencere açıktı. Kalbi küt küt atıyordu. O ay yüzlü kızın oda loşluğunda pencereye yaklaştığını fark etti. Yüzünü görünce ona gülümsedi. Ama kızda tepki yoktu. Ne olurdu bir defa da o gülümseseydi.. Olmuyordu işte.. Gülmüyordu bir türlü.. Yine hayal kırıklığı içerisinde başını çevirdi. Atını kamçıladı. Arkasını dönüp tam ileri atılırken sırtına bir şeyin değdiğini hissetti. Geriye dönüp baktı. Bu bir kartopuydu. Hem de Ceran'ın attığı bir kar topu.. Hasancan şaşırıp pencereye baktı.. Kız kıkır kıkır gülüyordu. Hasancan'da gülmeye başladı. Dünyalar onun olmuştu. Pencereye doğru el sallayıp atın başını uçsuz bucaksız bembeyaz ovaya çevirdi. At koşmuyor, aşkın kanatlarını takmış uçuyordu.
Ovanın ortasına geldiğinde karın yüksekliği daha da arttı. At hem koşmakta zorlanıyor hem de ayakları kayıyordu. Yürüyüşe geçti. Hayvan yürümekte de zorlanınca bu havada ava çıkmanın hata olduğunu anladı. Bir an geri dönmek istedi, sonra vazgeçti. Sık sık sendeleyen atın eğerine sıkıca yapıştı.. Tazı arkada atın izlerini takip ederek bata çıka ilerliyordu. Bazen de tepelerinde uçup giden sığırcıklara havlıyordu. Biraz sonra dalları karlarla yüklü ardıç ve çam ağaçlarının kümelendiği Şarköy koruluğuna saptılar. Artık yol diye bir şey fark edilmiyordu. Üzeri buzlarla kaplı dereyi geçerken atın ön ayakları birden kaydı ve öne kapaklandı. Hasancan bu hızlı düşüşte başını dere kenarındaki buzlanmış taşlara çarptı. At biraz çırpınıp ayağa kalktı. Ama Hasancan düştüğü yerden kalkamadı. Başı yarılmış, oluk gibi kan akıyordu. Sadık köpeği havlayarak başına geldi. Delikanlının yüzünü yalamaya başladı. Bir yandan kısık sesler çıkarıyor, bir yandan da ata bakıp adeta "koş yardım getir!"der gibi ona havlıyordu. At bunu hissetti. Acı acı kişnedi ve dönüp hızla köyün yolunu tuttu. Aşkını bembeyaz kartopuna döndüren Ceran duyduğu bir at kişnemesiyle pencereye koştu. Heyecanla başını uzattığında Hasancan'ın atının evlerine doğru geldiğini fark etti. Büyük bir merakla atın iyice yaklaşmasını bekledi. At gelip pencerenin altında durdu. Ayaklarıyla yere vuruyordu. Eğeri yan yatmıştı. Ceran'ın aklı başından gitti. "Aman Allah'ım, Hasancan'a bir şey mi oldu yoksa!" diye feryat ederek kendini dışarı attı. Atın eğerini düzeltti ve duvara yanaştırarak üzerine atladı. Ata binmesini çok iyi bilirdi. Toprağın kızıydı o.. Hızla yola koyuldu.. İzleri takip ediyordu. Aslında ona da gerek yoktu, zira at sahibinin yerini biliyordu. Ceran hem ağlıyor hem de "Hasancan! Hasancan neredesin!"diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kaza yerine yaklaşınca köpeğin havlamasını duydu. Vardıklarında genç kız acı gerçeği gördü. Sevdiği delikanlı kanlar içinde cansız yatıyordu. Feryad ederek üzerine atıldı. Kanlı başını kaldırdı. Vücudunu sarstı. Ama boşunaydı. Delikanlının cesedi soğumuştu bile. Genç kızın "Hayır! Hayır! Olamaz!" çığlıkları bembeyaz ovanın ufuklarında kaybolup gitti. Hasancan'ın ölümü genç kızı yataklara düşürdü. Yemeden içmeden kesildi. Kısa zamanda bir deri bir kemik kaldı. Bir çiçek gibi soldu kurudu gitti. Zavallı kız gençliğine ve aşkına doyamadan bu dünyadan göçtü gitti. Son arzusuna uyarak onu Hasancan'ın Şarköy mezarlığındaki kabrinin yanına gömdüler. İki sevgili nihayet birbirlerine kavuşmuşlardı. İşte Şarköy mezarlığından çalınan cesetler onlarınki idi. Halk bu olay nedeniyle ayaklandı. Her yeri araştırsalar da bir ipucu bulamadılar. Bu olaydan sonra yakınları ölenler, cenazelerinin çalınma ihtimaline karşı mezarlıkta nöbet tutmaya başladılar. Oradan ayrılmak zorunda kaldıklarında da yerlerine tahtadan veya taştan insan başı ve vücuduna benzeyen korkuluk yerleştirmeye başladılar. Uzaktan bakınca mezarı bekleyen bir insan varmış izlenimini veren bu uygulama zamanla tüm ülkeye yayıldı. Gel zaman git zaman işin aslı ortaya çıktı. Geliştirme heyetindeki bir hekim, cesedlerin Şarköy Şifahanesi’ndeki soğuk hava odasına olduğu bilgisini sızdırdı. Halk ayaklandı ve Şifahane’ye doğru yürüyüşe geçti. Ama askerler onları engelledi. Olay Sultan Alaaddin’in kulağına gitti. Önce kızdıysa da Hekimbaşı Musuli huzuruna gelip, o cesetleri ilmi araştırma yapmak üzere kendilerinin mezardan çıkardıklarını bildirdi. Sultan halkın tepkisi nedeniyle bundan vazgeçilmesini ve cenazelerin sahiplerine teslim edilmesini istedi. Delikanlı ve genç kızın cenazeleri devletçe düzenlenen bir törenle aynı yere defnedildi. Böylece Keşifler Kurulu’nun insan cesedi üzerinde kan dolaşımı ile ilgili araştırma yapması suya düşmüştü. Geriye canlı hayvanlar üzerinde deney yapmak kalmıştı. O da mümkün olmadı, zira tarihteki ilk kurulan “Hayvanları Koruma Vakfı” buna karşı çıktı. Sonuç olarak canlılardaki kan dolaşımının keşfine ilişkin çalışma yapmaktan vazgeçildi. Hekimlerin notları ve çizdiği anatomi resimleri de atılmadı, özel bir mekânda muhafaza altına alındı. Profesör Sadeddin Kubat, Kutlu Ada projesini ancak üç yılda işler hale getirebildi. Bunun için çok sayıda uzman ve danışmanlardan yararlandı. Önce adaya büyük bir iskele yapıldı ve büyük tekneler inşa edildi. Yenişar’dan elektrik ve temiz su hattı çekildi. Tüm binalar ve saray ahşap malzemeden, Selçuklu mimarisinde inşa edildi. Adaya gelir sağlamak için büyük bir çini üretim atölyesi kuruldu. Parklar, bahçeler, tarım alanları, ahırlar, düzenlendi. Spor, eğitim ve kültürel faaliyetler için sosyal tesisler, hastane binaları inşa edildi. Alt yapı tamamlandıktan sonra bir güvenlik teşkilatı kuruldu. Adaya giriş ve çıkışlar ada çevresi kameralarla izleniyor oldu. Her şey hazır olunca Kutlu Ada’nın internet sitesinde bir duyuru yer aldı: “Dünyada gerçekleştirilmiş ilk özgün alternatif hayat projesi olan Kutlu Ada’ya start veriyoruz.. Bilindiği üzere modern dünya ruhunu yitirmiştir. İnsanlar artık mutlu değiller. Zira yapay bir dünyada yaşar oldular. Doğayı da mahvettiler. Suçlar, adaletsizlik, ahlaksızlık, sömürü ve savaşlar dünyayı cehenneme çevirmiş durumdadır. Aklı başında insanlar bir çıkış yolu arıyorlar ama bulamıyorlar. Biz bu yolu bulduk. Hedefimiz asırlar öncesinin doğal ve mutlu hayatını adamızda gerçekleştirmektir. Bunda da başarılı olacağımıza inanıyoruz. Eğer başarırsak bu proje tüm dünyaya örnek olacak ve böyle özgün projeler dünyada yaygınlaşacaktır. Umarız bir gün tüm dünya bu yolla eskiye dönüp doğal ve huzurlu yapısına tekrar kavuşur. Bu temenni içerisinde, adamız kolonisini oluşturmak ve saf, yepyeni bir nesil yaratmak üzere yetenekli ve idealist gençler arıyoruz.” İlana çok sayıda başvuru oldu. Profesör Kubat başkanlığında bir komisyon adayları çok sıkı bir elemeden geçirerek seçimini yaptı. Bu gençler bilimsel, kültürel, ahlaki ve mesleki olarak titiz bir şekilde yetiştirildiler. Günlük işleri, çalışma tarzları, üretim biçimleri, sosyal ilişkileri, gelenekleri, yedikleri içtikleri, eğlenceleri velhasıl tüm yaşantıları sekiz asır öncesinin tıpkısı denebilirdi. Profesör Kubat nihayet saltanatını kurmayı başarmıştı. Adaya hâkim tepede yükselen Kubadabad modeli sarayında, kardeşi gibi sultan giysileri içinde, etrafında muhafızları ve hizmetlileri olduğu halde tahtına oturmuş “tebaasına” hükmediyordu. Sistemini kardeşi Alaaddin’e borçluydu. Her şeyi sora sora ondan öğrenmişti. Ona minnettardı. Profesör tüm işlerin üstesinden tek başına gelemeyeceğinden, kardeşinin devrindeki “Vezirler Heyeti”ne benzer bir “Yönetim Kurulu” oluşturup çoğu işi onlara devretti. Sorunları onlar tartışıp çözümü kendisine sunuyorlar, son kararı da o veriyordu. Kutlu Ada’da işler tıkır tıkır gidiyordu. Bu, modern dünyadan tamamen kopuk bir hayattı. Dış dünya ile ilişkiler çok zorunlu hallerde kuruluyordu. Adada kendi kendine yeten bir sistem vardı. Adanın geliri, Sultan Keykubat döneminde olduğu gibi çinicilikten sağlanıyordu. Kurulan atölyelerde ülkenin en tanınmış ustaları çalışıyorlardı. Çininin hammaddesi olan kil, Göl’ün karşı kıyısında bulunan Akburun’dan motorlarla getiriliyor, fırın atıkları da Göl’ün ortasındaki Külada’ya götürülüp atılıyordu. Atelyelerde, Selçuklu motiflerinden esinlenerek harika çiniler üretiliyor olup, bu çinilerin ünü tüm ülkeye yayılmıştı. Profesör Sadeddin Kubat, bir konu hariç, adada düşlediği her şeyi gerçekleştirmişti. Eksik olan haremi idi. Bir sultan olarak mutlaka haremi olmalıydı. Bundan önce de bir eşi olması gerekiyordu. Bu amaçla ada kadınları arasında bir araştırma yaptırdı. Akıllı ve güzel bir genç kız olan Cihan'ı eş olarak seçti ve onunla görkemli bir düğünle evlendi. Eşini "Cihan Sultan" olarak ilan etti. Sıra haremini kurmaya gelmişti. Cihan Sultan muhalefet etse de ona kulak asmadı ve on genç kızdan oluşan bir harem kurdu. Bu kararını Yönetim Kurulu ve koloni mensupları pek tasvip etmediler. Profesör Kubat "sultan" olunca değişiyor muydu acaba? Bunun bazı işaretleri görülüyordu. Nitekim son zamanlarda despotça hükmediyor, megaloman davranışlar sergiliyordu. Bu böyle devam ederse Kutlu Ada, "Mutsuz Ada"ya dönebilirdi. Kimsenin yapacağı bir şey de yoktu. Bakalım gelecek ne gösterecekti.. Sultan Alaaddin Keykubat yazlık sarayında devlet işleriyle meşgul olduktan sonra Mındıras Adası'na gitmek üzere Kubadabad'tan ayrıldı. Kâhine Bibi'yi evinin bahçesinde kartallara yiyecek verirken buldu. Sultan'ı karşısında gören kadın, elindeki kabı bırakarak onu saygıyla selamladı: "Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz ulu efendimiz" "Görüşmeyeli uzun zaman oldu Bibi.. Nasılsın?" "Sayenizde çok iyiyim ve sağlığınıza duacıyım hükümdarım." "Kardeşimle görüşmek, dertleşmek için geldim." Bibi eğilerek eliyle yol gösterdi: "Lütfen içeriye buyurunuz aziz efendimiz." Hep beraber içeri girip sihirli aynanın başına geçtiler. Temas sağlanınca Sultan Alaaddin seslendi: "Karındaşım Sadeddin, selam olsun sana.. Halin nicedir?"
Profesör Kubat, sarayının laboratuarındaki özel cihazlarla donatılmış
koltuğundan cevap verdi: "Ondan önce şu kötü haber neymiş, onu öğrenmek isterim." "Söyleyeyim öyleyse.. Ben vakit buldukça tarih kitapları karıştırıyorum. Özellikle de senin döneminle ilgili olanları.. Yazarı belli olmayan bir eski kitapta senin zehirlenerek öldürüldüğün rivayeti yazılı sana bunu söylemek istemezdim ama uyarmakta görevim. Ne olur yediklerine dikkat et. Bilhassa tavuk yemeklerine.." "Sevgili biraderim tanrı kader defterimize ne yazmışsa o olur. Ama beni öyle kolay kolay zehirleyemezler. Zira sarayda pişen her yemek, tadımcı ve çeşnicibaşılar tarafından kontrol edilir. Sen canını sıkma.Bana bir şey olmaz.." "Ama benim yine de içim rahat değil.." "Beni seven can kardeşim, için rahat olsun.. Söz veriyorum bu konuda ek önlemler de alacağım. Rahatladın mı?" "Sana güveniyorum. Gelelim yaptıklarımıza.. Önce sen söyle projeler nasıl gidiyor?" " Sevgili Profesör, bizim cephede henüz olumlu bir gelişme yok. Bana bildirdiğin modern çağda kullanılan araç gereçleri adamlarım yapmaya çalışıyor ama büyük sorunlar çıkıyor. Bazılarını uygulayıp ufak tefek bir şeyler ortaya çıkıyor ama istediğimiz gibi değil. Yenilikler yapacağız diye halkımın huzurunun kaçmasından korkuyorum." "Sultan biraderim, modern çağımızın teknolojisi bu noktalara kolay gelmedi. Bu iş çok fedakârlık ve azim isteyen bir iş. Üstelik ben sana icatların hazır tarif ve formüllerini veriyorum. Sana sadece uygulamak kalıyor." "Haklısın ama icat ve keşif uğruna insanlarımızın başına çok eyler gelmeye başladı. Yaralananlar, ölenler oldu." "Çok üzüldüm, ama göreceksin ilerde bana çok minnettar kalacaksın." "Umarım dediğin gibi olur. Sen neler yaptın? Biraz da sen anlat bakalım. Söyleyeceğin güzel haber ne?" "Ben artık hedefime ulaştım. Çok mutluyum." "Allah mutluluğunu artırsın. Seni dinliyorum." "Artık ben de sultanım!.." "Anlamadım, sen nasıl sultan olabilirsin? Sizin devrinizde sultanlıkların kalktığını söylemiştin." "Unuttun mu; sen benden ben de senden bir şeyler öğrenip uygulayalım diye yola çıkmıştık. Böylece çağlarımızdaki hayat düzeyini birbirine yaklaştırmış olacaktık." "Doğrudur da, bilmem ki ömrümüz kâfi gelir mi buna? Sen sultanlığını nerede kurdun?" "Şu anda senin bulunduğun yerde.. Yani Mındıras Adası'nda.." Sultan Alaaddin o buradaymış gibi gayri ihtiyari etrafına bakındı. Şaşkın bir şekilde sordu: "Yani sen de mi Mındıras Adası'ndasın?" "Evet aynen öyle.. Farklı zaman boyutunda ama aynı mekanda.. Artık burası Kutlu Ada oldu. Burada aynen seninkine benzer bir sistem kurdum. Sen nasıl halkınla mutlu bir hayat sürüyorsan, ben de kolonimdeki insanlarla mutlu bir hayat sürüyorum." "Kardeşim Sadeddin sen hedefine pek çabuk ulaşmış görünüyorsun. Seni kutluyorum ama çok dikkatli olmalısın." "Elbette her şey mükemmel değil ama ekibimle sorunların üstesinden gelmeyi beceriyoruz. Gelecekte bu hayatı tüm ülkeye yaymayı düşünüyorum. Böylece dünyadan mutsuzluk kalkana dek çabalarım sürecektir." "Çok büyük düşünüyorsun. Belki bir ölçüde bunu gerçekleştirdin. Ama dünyanın gidişine ''dur!'' diyemezsin. Tarihin çarklarını bütünüyle geri çevirmen mümkün değildir. Sakın aşırı hırsa kapılma." "Ben idealim doğrultusunda yoluma devam edeceğim. Zaten tarihin çarklarını tamamen geriye çevirmek iddiasında da değilim. Kurduğumuz sistemle, çağın olumsuzluklarını silerek insanlar için mutlu bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. Bu hedef senin için de geçerli.. Nitekim bizden öğrendiklerinizi uygularsanız hayatınız daha kolay hale gelecek ve halkınız daha mutlu olacaktır. Görüyorsun ikimizin de hedefi aynı. Prensipte siz biraz ''ilerlerseniz'',biz de biraz ''gerilersek'' ortak mutlu noktaya yaklaşmış olacağız. Aklıma gelmişken sorayım; senin benden ikinci bir isteğin olacaktı. Onu bulursam artık önümün tamamen açılacağını söylemiştin. O bahsettiğin şey nedir?" "Evet, hatırlıyorum, öyle bir şey söylemiştim. Bunu şu anda sana söyleyemem. Hakettiğin zaman ona kavuşacaksın." "Hak ettiğim zaman mı?" "Evet hak ettiğin zaman!.. Dileğim, saltanat süreyim derken yanlış yola girmemendir. Adımlarına dikkat et ve soyumun asaletine gölge düşürme!.." Kubadabad İcatlar Kurulu Reisi Emir Seyid, yeni bir projeyi kurula arz ediyordu:
“Efendiler, yanı başımızdaki Göl, Tanrı’nın bize bir lütfu olup, bizim için
hayati değer taşımaktadır. Üzerinde bulunan kayık ve gemilerle insan ve yük
nakliyatı yapıyoruz. Bildiğiniz üzere onları kürek ve yelken kullanarak
hareket ettiriyoruz. Ama her zaman rüzgâr esmiyor. Esmediğin de kürekçilere
iş düşüyor ama bu da çok zahmetli bir iş. Bu konuda bir geliştirme
yapılmayacaktır.. Değerlendirme Kurulu bize bilgilerini ilettiği pervaneyi
yapma talimatı vermiştir. Böylece teknelerimiz daha hızlı hareket edecek ve
yelkene ihtiyaç duyulmayacaktır.” Pervane projesi ana hatlarıyla bitirilmişti. Sıra deneme yapmaya geldi. İcatlar Kurulu Üyeleri, ustalar, pervaneyi çevirecek kişiler ve bir dümenci tekneye doluştular. Göl o gün biraz rüzgârlıydı. Fazla dalga olmadığı için suya açılmakta bir sakınca görülmedi. Teknenin ipleri çözüldü ve kurul Başkanı Emir Seyid, “Haydi Bismillah!” deyip startı verdi. Pervaneciler kolu hızla çevirmeye başladılar. Oldukça zorlanıyorlardı. Gemi ağır ağır yol almaya başladı. Herkesin sevinçten gözü parlıyordu. Ama gemi yeterince hızlı gitmiyordu. Emir Seyid, pervanecilere “Haydi yiğitler daha hızlı, daha hızlı çevirin!” diye emirler yağdırsa da teknenin gideceği o kadardı. Oysa kürekle veya yelkenle bunun iki misli hız yapılırdı. Çabalar sürerken “İçeri su doluyor!” diye bağırdı birisi.. Gözler teknenin içine çevrildi. Dönen pervane mili delikten içeri su girmesine neden oluyordu. Deliği tıkamaya çalıştılar. Tam o sırada rüzgâr lodosa döndü. Geminin burnu inip kalkmaya, gövdesi sağa sola tehlikeli yalpalar yapmaya başladı. "Dümen işe yara-mıyor, gemiyi kontrol edemiyorum" diye feryad etti dümenci. Yeterince hız kazandırılamadığı için tekne başıboş kalmıştı. Mındıras Adasına doğru sürüklenmeye başladılar. Yanlarına kürek almayı da unutmuşlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Emir Seyid emirler yağdırıyordu ama teknedekiler Göl'e düşmemek için oturduğu yere sımsıkı sarılmış, dua etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir zaman sonra gemi Mındıras Adası'nın kayalıklarına bindirip alabora oldu. Emir Seyid tekne ile kayalar arasına sıkışıp feci şekilde can verdi. Teknedekilerin kimi suda boğuldu, kimi de yaralı olarak kurtuldu. Deneme felaketle sonuçlanmıştı. Sultan Alaaddin Keykubat, Emir Seyid'in ölümüne çok üzüldü. Bu olaydan sonra icat ve keşif çalışmalarına son verdi. Geliştirme Kurulları dağılmadan önce son bir toplantı yaparak, o zamana kadar icat edilen, ama işe yaramasa da bir kenarda muhafaza edilen yenilikleri ilerdeki nesillere bir anı olarak bırakma kararı aldı. Bu amaçla bir yer aradılar. Sonuçta Dedeğül Dağı eteklerinde kuru ve soğuk bir mağara tespit edildi. Eşyalar orada asırlar boyunca bozulmadan kalabilirdi. Gemi pervanesi dâhil, o güne kadar icat edilmiş olan tüm araç, gereç, alet, düzenek, taslak vb. arabalara yüklenerek söz konusu mağaraya konuldu ve girişi kayalarla kapatıldı. Profesör Kubat, saltanatını ilan etse de, çok mutlu olduğunu söylese de bedeni aynı düşünce de değildi. Kutlu Ada onu yormuştu. İdealindeki dünyayı kurmuş, fakat yıllar yılı bitmeyen çabalar ve ileriye dönük endişeler onu bedenen ve ruhen yıpratmıştı. Son zamanlarda mide ağrılarından şikâyetçiydi. Hekimler şifalı sulardan içmesini önerdiler. Bu tür rahatsızlıklara Dedegül Dağı dibindeki Malanda'nın şifalı suları çok iyi geliyordu.. Oraya eşiyle birlikte atla gitmeye karar verdi. Dağda ve orman içinde gezintiler de yapacaklarından sevinçliydiler. Adadan biraz uzaklaşmak onlara iyi gelecekti.. Adanın idaresini Yönetim Kurulu'na bıraktılar. Kısa zamanda hazırlanıp korumalar ve hizmetliler eşliğinde yola çıktılar. Malanda yaylasında birkaç dağ evi kiralandı. Bir tanesine Profesör ve eşi, diğerlerine de adamları yerleşti. Şifalı sular Profesör'ün midesine çok iyi gelmişti. Eşi Cihan'da bu sulardan içiyordu. Hayatlarından memnundular. Basit bir evde basit bir hayat sürüyorlardı. Doğa ile iç içeydiler. Etraftaki insanlarla konuşuyorlar, kitap okuyorlar, sabah ve akşam serinliğinde yürüyüş yapıyorlar, geceleri de bol bol uyuyorlardı. Profesörün ağrılarında hissedilir bir iyileşme vardı. Birkaç gün sonra etrafı gezmek, yaylalarda dolaşmak istediler. Atlarına binip, muhafızlar eşliğinde çam ağaçlarıyla kaplı ormana daldılar. Kâh beyaz mantarlarla kaplı yemyeşil düzlüklerden, kâh kenarı yarpız otlarıyla bezenmiş derelerden, kâh ıhlamur kokularının her tarafı sardığı tepelerden geçerek ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Vardıkları ilk yaylada mola verip çobanlarla sohbet ettiler. Çobanlar onlara taze süt ikram ettiler.
Daha sonra yollarına devamla Dedegül Dağı’na tırmandılar. Bir su kaynağı
olan Pınargözü’ne vardıklarında atlar epeyce yorulmuştu. Yemek molası
verdiler. Buradaki pınar, dev kayaların altından fışkırıyordu. Suyu pek
soğuktu. Herkes suyundan kana kana içti. Hizmetliler hemen sofrayı kurdular.
Dağın temiz havası herkesi kurt gibi acıktırmıştı. Karınlarını bir güzel
doyurdular.
Malanda’ya yaklaşırken uzaktan bir değirmen fark ettiler.. Profesör Kubat bu
değirmeni yakından görmek istedi. Yanına sadece Cihan’ı alarak o tarafa
hareket etti. Değirmenin çok ilginç bir görünümü vardı. Bina dik bir bayırın
dibine kurulmuştu. Taştan alçak bir yapıydı. Yukarıdan aşağıya doğru geniş
ve uzun bir boru arka duvarı delip içeri giriyordu. Bu borudan hızla inen su
dar bir delikten çarkın üzerine fışkırıyor, o da bağlı bulunduğu değirmen
taşını çeviriyordu. Profesör kendini ve eşini tanıttı. “Yaylalardan geliyorduk. Değirmeni görünce ilgimizi çekti. İşinizi engellemiyoruz ya?” Değirmenci başını salladı: “Estağfurullah.. Engellemek ne demek? Keşke hep sizin gibi misafirlerim olsa.. Ama nerdeee.. Kapımızı sadece buğday öğütmeye gelen garibanlar açar.” "Bu değirmen çok mu eskidir?" İhtiyar adam derin bir iç çekti: "Çook, hem de çok eski.. Eski derken bu duvarları, çatıyı kastetmiyorum. Onlar hep eskir, yıkılır tekrara yapılır. Ben bu değirmenin yerini kastediyorum. Bunun yerinde bildim bileli, hatta dedelerimin bilip bildirdiği kadarıyla ezelden beri hep değirmen varmış. Anlayacağınız bu koca değirmen taşı asırlardır dönüp duruyor." Cihan şaka ile karışık mavi gözlü yaşlı adamın geçmişini deşmek istedi: "Baba, sen bu sakalı değirmende ağartmış görünüyorsun." Değirmenci gülümseyerek sakalını sıvazladı.
"O darbımesel gerçekten benim için söylenmiş galiba.. Kendimi bildim bileli
ben bu değirmende çalışırım. Tıpkı babam gibi.. O da sakalını değirmende
ağarttı ve ölünce işi ben devraldım." "Bize ailenden, dedelerinden söz eder misin?" "Aileme boş verin.. Un öğütürken şu homurdanarak dönen taşın dediklerini söyleyeyim size.. Onun öyküsü taa Osmanlıdan daha da eskilere uzanır. Bize intikal eden efsaneye göre buraya ilk değirmen yaptıran Sultan Alaaddin'miş." Profesör ve eşi bir an şok geçirir gibi oldular. "Alaaddin mi?" dedi ikisi birden. Değirmenci onların şaşkınlığına bir anlam verememişti. Devam etti: "Evet öyle.. Alaaddin padişah çok akıllı ve halkın sevgilisi ulu bir hakanmış. Keramet sahibiymiş. Adına ve maharetlerine bakılırsa belki de masallardaki sihirli lambaya sahipti o. Hani "Alaaddin'in Lambası" derler ya.. İşte Yenişar yöresindeki ilk değirmenin kurulması için emir veren o zatmış. Bu yüzden buraya "baş değirmen" denir. Profesör sihirli lamba konusunu deşmek istedi: "Baba bu sihirli lamba konusunda başka ne biliyorsun?" "Vallahi herkesin bildiği kadar.. Ovalayınca içinden koca bir cinin çıkıp, "Dile benden ne dilersen!" dediği garip görünümlü bir lamba.. Bu konunun sizin çok ilginizi çektiğini görüyorum.. Sebebini sorabilir miyim?" Profesör omuz silkti: "Hiç canım.. Sadece merak işte.." "Merakınızı tatmin edecek kadar malumatım yok bu konuda.. Ama merak eden gider araştırır." "Nereyi araştıracak?" "Kubadabad'ı.." "Evet orayı.. O orada yaşamadı mı? Orada kocaman muhteşem sarayı yok muydu? Her halde sihirli lambası varsa şimdi o viranede bir yerlerdedir. Belki de yanılıyorum.. Siz ne dersiniz?" Profesör ve eşi ikinci bir şaşkınlık geçirerek birbirlerine baktılar. Profesör Kubat artık uzun zamandır olağanüstü olaylarla karşılaşmaya alışmıştı. İşte bir tanesiyle daha karşı karşıyaydı. Değirmencinin son söyledikleriyle hayale dalıp gitti. İhtiyar değirmenci cevap alamayınca konuyu değiştirmek için yanındaki çuvaldan bir avuç buğday aldı ve devam etti: "Eskiler dünyanın temeli toprak, hava, su ve ateştir demişler. Bir bakıma karnımızı nasıl doyurduğumuzu tarif etmişler. Nitekim şu avucumdaki tohum toprakta filizlenir, hava ile olgunlaşır, su ile hamur olur ve ateşte pişip ekmeğe dönüşür. Durun size taze undan ekmek yapıp ikram edeyim. Acıkmışsınızdır." Cihan Sultan aç olmadıklarını söyleyip teşekkür etti. Değirmenci: "Hep beni konuşturdunuz.. Biraz da siz bahsedin bakalım kendinizden. Nerede oturursunuz, ne iş yaparsınız?" Profesör Kubat, Kutlu Ada'da oturduklarını ve oradaki yaşantılarını anlattı. İhtiyar adam kâh şaşkınlık, kâh hayranlık içinde anlatılanları dinledi. Projeden çok hoşlanmıştı. Onlara başarılarının devamını diledi ve bir kahve yapıp ikramsız göndermedi. Profesör ve eşi bu iyi kalpli ve zeki adamı Ada'ya davet ettiler. O da ilk fırsatta geleceğini söyledi. Profesör ve maiyeti Malanda'da yeterince kaldılar. Ama dönüş hazırlıkları yaparken bir garip olaya şahit oldular. Şifalı suyun çıktığı pınar aniden kurudu. Herkes şaşkına döndü. Profesör ve eşi aynı ruh halindeydi. Buna kimse anlam veremedi. Ama bunun mutlaka jeolojik bir açıklaması olmalıydı. Profesör bunu araştıracaktı. Moralleri bozulmuş olarak Ada'ya döndüler. Kutlu Ada'da hayat rutin bir şekilde devam ediyordu. Medya'dan röportaj ve çekim için çok yoğun talepler geliyordu. Profesör Kubat bu taleplere soğuk bakıyordu. Zira dışa bilgi gitmesinin ve dıştan da bilgi gelmesinin Ada için hayırlı olmayacağını düşünüyordu. Çağdaş dünyanın yapay unsurları kurduğu dünya için virüs kadar tehlikeliydi. Fakat ondan da tehlikeli bir durum yaklaşmaktaydı. Yardımcıları ona, Göl'ün suyunda gözle görünür bir çekilme olduğunu rapor ettiler. Adayı çevreleyen suyun sığlaşması sonucu gemilerin iskelelere yanaşması zorlaşıyor, ağır yüklü gemiler de karaya oturuyordu. Profesör Kubat bu haberle sarsıldı. Malanda'daki şifalı su kaynaklarının da aniden kuruması olayı aklına geldi. Bir doğa felaketi ile karşı karşıya olduğunu anladı. Eğer bu böyle devam ederse Kutlu Ada için tehlike çanları çalıyor demekti. Vakit geçirmeden olaya müdahale etmek gerekiyordu. Ama ne yapabilirdi? Tek başına bu doğa felaketinin üstesinden gelecek değildi. Hemen bilim adamı dostları ile temasa geçti. Bunun sonucu jeolog, biyolog ve çevre mühendislerinden oluşan bir ekip oluşturuldu. Bu ekip Göl'e gelerek çalışmalara başladı: Kendilerine tahsis edilen bir tekneyle tüm sahilleri dolaşıp Göl'ü besleyen akarsuları ve gölden su alan tarım sulama tesislerini inceledi. Sonra su altı kameraları ile Göl yatağını ve canlı türlerini gözlemlediler. Erezyon ve çevre kirliliğinin ne seviyede olduğunu ölçümlerle belirlediler. Daha başka bir sürü inceleme ve araştırmadan sonra oturup bir rapor yazdılar. Raporun özeti şuydu: Göl can çekişiyordu. Önlem alınmazsa kısa zamanda kuruyup gidecekti. Nitekim Göller Yöresi'nde coğrafyadan silinen bir sürü göl ve gölet vardı. Burası da aynı kaderi paylaşmak üzereydi. Profesör Sadeddin Kubat bu raporu alıp devlete başvurdu. Raporu bir merci diğerine, bir kurum diğer kuruma havale etti. Toplantılar yapıldı demeçler verildi. Konu basına da büyük malzeme oluşturmuştu. Herkes rapordaki gerçekleri kabul ediyor ama hiç kimse veya hiçbir kurum somut bir adım atmıyordu. Göl gerçekleri bürokrasi tarafından boğulmuştu. Kısa zaman sonra da sesi kesildi. Profesör Kubat'ın tek ümidi kalmıştı,o da kardeşi Sultan Alaaddin idi.Kurtuluş formülü onda idi.. Sultan Alaaddin uzun süredir Akdeniz kenarındaki Alaiye'deydi. Bu liman şehrini çok önemsiyordu. Burası ülkenin denize açılan kapısıydı. Orada geniş imar işlerine girişti. Şehrin güvenliğini sağlamak için etrafına çepeçevre görkemli bir kale yap-tırdı. Ardından büyük bir tersane kurdu. Akdeniz'de söz sahibi olabilmek için büyük gemilere ihtiyaç vardı. Tersane bitince hemen gemi inşaatına başlandı. Alaiye'deki işleri yoluna koyan Sultan, bir yaz sonu Kubadabad'a döndü. Başka devlet işleri kendisini bekliyordu. Düşman istilalarına karşı önlem alması gerekiyordu. Tehlike kapıdaydı. Yoğun işlerden kendini düşünemez olduğu günlerden birinde Mındıras Adası'ndan bir haber geldi. Müneccim Bibi, kardeşi Sadeddin'in kendisiyle görüşmek istediğini bildiriyordu. Sultan bu davete sevindi. Zira kardeşiyle çok uzun zamandır görüşemiyordu. Hemen toparlanıp Mındıras Adası'nın yolunu tuttu. Varır varmaz sihirli aynanın başına geçti. Çağlar ötesindeki kardeşi karşısındaydı. Ona hasretle seslendi: "Kardeşim Sadedddin dünya işlerine daldık, birbirimizi ihmal ettik. Bizi tekrar buluşturan Tanrı'ya şükürler olsun. Sana ve sevdiklerine selam olsun.." "Ben de aynı duygular içerisindeyim Sultanım.. Şükür kavuşturana.." "Kutlu Ada'da işler nasıl? Mutlu musun?" "Mutlu olmaya çalışıyorum ama sorunlar büyümeye, üst üste gelmeye başladı. Ada'daki sistemi ayakta tutmakta zorlanıyorum. İşler iyice içinden çıkılmaz hal aldı.." "Mademki öyle diyorsun, mücadeleyi sürdürmen gerek. Yoksa harcadığın tüm emek ve kaynaklara yazık olur." "Elbette hemen pes etmeyeceğim. Ama son zamanda çıkan bir çevre sorunu direncimi kırıyor. Tek umudum sensin." "Benden ne bekliyorsun?" "Daha önceki konuşmalarımızda benden ikinci bir şeyi daha bulmamı isteyecektin. Tableti bulduktan sonra onu da bulursam her istediğime kavuşacağımı söylemiştin. Bu bir lamba olabilir mi? Senin bir lamban var mı?" "Nasıl bir lamba bu?" "Sihirli bir lamba.." "Sihirli mi?" "Evet sihirli. Halk arasında ona "Alaaddin'in Lambası" derler. Masallarda çok geçer. O lamba ovalanınca ucundan bir cin çıkar ve insanın her dediğini yaparmış." "Sen de o lambanın bana ait olduğunu düşünüyorsun." "Biraderim Alaaddin Sultan! Sen de bir masal kahramanı değil misin? Ünün, kudretin ve kerametin dilden dile dolaşıyor. Sen bir efsanesin. O sihirli lamba sana layıktır. Senden başka da böyle bir Alaaddin yok yeryüzünde.." "İltifat ediyorsun.. Sahip olduklarım bana Tanrı'nın bir lütfudur. Önümü aydınlatan da o büyük yaratıcıdır. Lamba ışığın sembolüdür. Işıktan geldik, ışığa gidiyoruz. Işık kaynağı olmadan ışık, ışık olmadan aydınlık olmaz. Ben saltanatımın parlaklığını hep ilahi kaynaktan aldım. Benim ışık ve güç kaynağımın gölgesi Kubadabad'dadır. Orası iyilik ve güzelliğin beşiğidir. Ben ne aradıysam o mutlu mekânda buldum. Sen de benim yolumu izle.." Profesör Kubat yine umutsuzluğa düşmüştü. Kardeşi esrar perdesi arkasında konuşuyordu. Onun ne dediğini, kendisinin ne yapacağını anlayacak durumda değildi. Tartışmayı bırakıp, isteğini apaçık yineledi: "Ne söylersen güzel söylersin aziz karındaşım ama, benim derdim sihirli lamba.." "Sen bu sihirli lambayla çok ilgileniyorsun.. Niyetin nedir?" "Lambayı bulursam, o cinden Göl'ün çekilen sularını tekrar geri getirmesini isteyeceğim." "Göl'ün suları mı çekildi? Yanlış duymadım ya.." "Doğru duydun.. Koskoca Beyşehir Gölü kurudu kuruyacak. Eğer öyle bir şey olursa bu, Kutlu Ada'nın da sonu olur. O zaman mahvolmuşum demektir." "Kardeşim Sadeddin, Göl'ün suyu neden çekilsin ki?" "Maalesef gerçek böyle.. Nedenlerini araştırdık ama çözüm için kimse kılını kıpırdatmıyor. Tek ümidim sihirli lamba.. Anlatabiliyor muyum?" "Eyvah ki, eyvah!.. Bu ne duyarsızlık böyle.. O güzelim göle nasıl kıydılar? Dur, hemen paniğe kapılma.. Göl'ün kesin geleceğinin ne olacağına biz bir bakalım.. Seni tekrar ararım.. Oradan ayrılma.." Sultan Keykubad, yanındaki Bibi'ye baktı: "Ne dersin, şu Göl'ün geleceğine bir göz atalım mı?" Kahine başını saygıyla eğdi: "Elbette Sultanım, ayna onun da cevabını verir. Hemen bakalım." Yaşlı kadın aynanın üzerini atlas örtü ile örttü. Başını yukarı kaldırıp gözlerini kapatarak transa girdi.. Kollarıyla gizemli hareketler yaparak aynaya anlaşılmaz şekilde seslendi ve ağır ağır örtüyü çekti. Beyşehir Gölü karşılarındaydı.. Ama durumu hiç iyi görünmüyordu. Bir avuç suyu kalmış, sahili çirkin bir görüntüye bürünmüştü. Suların çekilmesiyle tüm adalar kara ile birleşmişti.
Kalan göl sularında bir hareketlilik oldu. Ortalarda anafor oluştu. Gölün
adeta tabanı delinmiş, bütün sular oradan akıp gidiyordu. Bu bir süre devam
etti ve ortada su diye bir şey kalmadı. Aniden bir çatırdı koptu.. Kuruyan
Göl tabanı çatlıyordu. Sultan Alaaddin dehşet içinde haykırdı: Kâhine, Sultan'ın elini saygıyla tuttu: "Metanetinizi kaybetmeyiniz efendimiz. Mukadderata kimse mani olamaz. Tabiat kendisini hiçe sayan insanoğlundan hıncını alıyor." Göldeki çatlama sesi onun doğu-batı yönünde boydan boya yarılmasının sesiydi. Bu yarılma büyük bir deprem yarattı ve tüm bölgeyi alt üst etti. Kutlu Ada, Yenişar ve Beyşehir adeta yerle bir oldu. Beyşehir böylece eski adı olan "Viranşehir"e dönmüş oldu. Dehşetli sarsıntıya rağmen Beyşehir'in sembolü o eski zarif taş köprü dimdik ayakta kalmış; ama önüne sonradan yapılan ve Göl'e adeta Çin Seddi gibi çekilip güzelliklerin görülmesini engel olan yeni köprü yerle bir olmuştu. Böylece Göl, Eşrefoğlu'nun adını kirleten o beton yığını köprüden intikamını almıştı. Bütün bunları seyreden Sultan Keykubat göz yaşlarına boğuldu.Acaba kardeşi Sadeddin'de bu depremle birlikte hayatını kaybedecek miydi..Belki de yaşardı ama canından çok sevdiği Kutlu Ada mahvolduktan sonra neye yarardı..En önemlisi de bu olayı ona nasıl söyleyecekti? Aynaya baktığına pişman oldu. Kardeşi Sadeddin haber bekliyordu. Ne yapacağını şaşırdı. Kâhine Bibi efendisinin bocaladığını görünce onu teskin etti: "Aziz Sultanım,metanetinizi kaybetmeyin..Kimsenin elinden bir şey gelmez..Olan olacaktır..Ama tedbir de şarttır.Onlara durumu bildirelim ki tedbir alsınlar..Belki işin ciddiyetine yeterince vakıf değillerdir..Müsaade edin, Sadeddin biraderinizi daha fazla bekletmeyelim.Yine de emir sizindir." Sultan gözyaşlarını mendiliyle sildi. Midesi bulanmaya başlamıştı. Boğazında da bir acı hissetti. Bir eliyle karnını, bir eliyle de midesini tutarak Bibi'ye teması sağlamasını söyledi. Az sonra Sadeddin karşısındaydı. Aynada silüeti beliren Profesör konuştu önce: “Sultan kardeşim ne oldu, neyin var? Rengin solmuş, yüzün allak bullak.. Geleceğimizle ilgili kötü bir haber mi var?” “Maalesef öyle.. Göl ve çevresi büyük tehlike altında.. Zelzele..” Sultan Alaaddin daha fazla konuşamadı. Ağzından köpükler gelmeye başladı. Nefes alamaz oldu ve sendeleyip yere düştü. Zehirlenme alametleri görülüyordu. Yerde son bir kez doğrulup geri düştü ve kaskatı kesildi. Ölmüştü. Kâhine Bibi dehşet içinde onu izliyordu. Sadeddin’in sesiyle kendine geldi: “Bibi ne oldu Sultan’a? Neden yere düştü? Yoksa!..” “Evet”dedi ihtiyar müneccim, “cihan padişahı ebediyete göçtü. Tanrı sizi korusun..” Profesör Sadeddin Kubat çılgınca bağırıyordu: “Alçaklar! Hainler! Kardeşimi zehirlediler!.. Lanet olsun hepsine!.. Oysa ben Alaaddin’i uyarmıştım.. Ama ben!.. Ya ben nasıl yaşarım onsuz.. Ben.. Ben..” Profesörün haykırışını duyan eşi Cihan ve muhafızlar koşarak laboratuardan içeri girdiler. Onu başı öne düşmüş koltuğunda çırpınırken buldular. Kalp krizi geçiriyordu. Cihan sultan feryad ederek kocasına sarıldı. Başını yukarı kaldırdı. Profesör gözlerini açamıyordu. Dudaklarından birkaç sözcük döküldü: “Göl.. Su.. Beyşehir.. Deprem..” Sonra hareketsiz kaldı. O da kardeşi gibi ruhunu teslim etti. Bir daha karşılaşıp karşılaşmayacaklarını kimse bilemezdi.
-S O N-
Faydalanılan eserler: 1- SELÇUK NAME–2 Cilt (Mürsel Öztürk / Kültür Bakanlığı Yayınları) 2- BEYŞEHİR ve TARİHİ ( Bilal Alperen ) 3- Dostili YENİŞARDAN YANKILAR ( Veli Karaca ) 4- YENİŞAR TARİHİ ( Veli Karaca )
* Bu öykü 46 bölüm halinde Beyşehir'in Sesi Gazetesinde yayımlanmıştır. ** Hüsnü Yılmaz, Yenişarbademli'de doğdu. İlköğrenimini Yenişarbademli'de orta öğrenimini Beyşehir'de, yüksek öğrenimini de Ankara'da Hacettepe Üniversitesinde tamamladı. Uzman Sosyolog ve Sosyal Psikolog olarak değişik görevlerde bulundu. İstanbul'da Şişecam Fabrikalarında yönetici olarak çalışmakta iken emekliye ayrıldı. Halen İstanbul'da yaşıyor. Bir süre 'Önce Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. Halen yerel yayınlarda yazı ve öyküleri yayınlanmakta…
|
Bu Web Sitesi En İyi 1024x768 Ekran
Çözünürlüğü ve Gerçek Renkte Görüntülenebilir. |