|

ANA SAYFA

Hüsnü YILMAZ
E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com
YENİŞAR'DA YAŞANMIŞ SIR DOLU HİKAYELER
KAYBOLAN DÜĞÜN KAFİLESİ
(Hüsnü
Yılmaz-Hikaye no:24)

Bademli'de düğünlerin
insanların sosyal hayatında büyük yeri vardı. Burada sadece iki insan
evlenmez, düğün boyunca tüm kasaba yer, içer,eğlenir, hoşça vakit geçirirdi.
Düğün adetleri çoktu. Düğün sahipleri bu adetleri ellerinden geldiğince
yerine getirmeye çalışırdı.
Ev dışında yapılan
etkinlikler arasında çok eskiden at yarışları ve güreşler olurdu. Bunlar
daha sonra ortadan kalkmıştır. Onun yerine ''öngül'' denilen dolma
tüfeklerle hedefe atış yarışmaları; bir de çocukların katıldığı koşu
yarışmaları (ödülü mendil) yapılırdı. (Bu koşu yarışmalarında mendilleri hep
toplayan tazı gibi koşan Mahmut adında bir çocuktu.)
Düğün sahipleri düğüne
çağıracağı akrabayı,eşi dostu ''okuma''
yoluyla davet ederdi. Bu okuma genelde ''şitari'' denen kalıp halinde
çizgili bir dokuma bezin karşı tarafa gönderilmesiyle olurdu. Düğün
davetiyesi bastırma olayı elbette yoktu. Düğüne davet sadece Bademli halkına
yönelik olmayıp,bazı aileler Hoyran ve Kurucaova'daki dostlarını da
çağırırlardı.Düğün günü bu köylerden gelenler davulcular eşliğinde
Bademlinin girişinde karşılanırdı.
Bir tarihte yaşanan
garip bir olay düğünün tüm tadını kaçırmış, kimse bu işin sırrını
çözememiştir. Olay şöyle gelişmiştir: Bademli'de eşraftan bir düğün
sahibinin çevre köylerde epeyce eşi dostu vardı. Büyük oğlunun mürüvvetini
görme heyecanını onlarla da paylaşmak ister ve Hoyran ile Kurcaova'dan belli
sayıda kişiye okuma gönderir. O zamanlarda Hoyran ile Bademli arasında Çayır
mevkiinde bir sınır anlaşmazlığı ortaya çıktığından iki köy arası biraz
''limoni'' idi. Buna rağmen düğün sahibi belki ilişkileri yumuşatır umuduyla
Hoyranlıları düğüne özellikle davet etmişti.
Düğün günü gelip çatar.
İlk günün sabahı Hoyranlı kafile köprü altı mevkiinde davullar eşliğinde
karşılanır. Hoyran kafilesinde başta
Şakir Çavuş olmak üzere 7
atlı bulunmaktadır. Kafileye ''hoş geldiniz'' denip düğün evine yollanır.
Daha sonra aynı uygulama mezarlık mevkiinde Kurucaovalılara yapılır ve
karşılama ekibi Kurcaovalı misafirlerle birlikte köye döner. Dönerler
dönmesine ama düğün evinde garip bir durum yaşanmaktadır.Zira Hoyranlı
kafile ortada yoktur. Düğün sahibi karşılayıcılara hemen Hoyran kafilesini
sorar.Davulcular ve karşılayıcılar ilk önce yolda Hoyranlıları
karşıladıklarını anlatırlar. Ama nerededir bu insanlar?..Herkes birbirine
sormakta, her kafadan bir ses çıkmaktadır. Belki yolu şaşırmışlardır deyip
kasabanın dört bir tarafına adamlar salarlar ama nafile.. Hoyranlı kafile
sanki yer yarılmış içine girmiştir.
Olayı bir sır perdesi
örtmüştür. Ama Bademli'de sadece bir kişi işin iç yüzünü bilmektedir. Bu
kişi Hacının Osman'dır.
O gün sabah Hoyranlıların geldiğini evinin penceresinden görmüştür.
Kafilenin en önünde kır atının üzerinde ilerleyen Şakir Çavuş onun eski
ahbabıydı. Pencereyi açıp onlara seslendi. Olayın bundan sonrası meçhuldür.
O gün ne olup bittiğine dair ne Hacının Osman'dan,ne de Şakir Çavuş ve
arkadaşlarından kimseye birşey söylenmemiştir.
LAMBANIN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:23)

Yenişarbademli'de,elektrik gelene kadar halkın gece hayatı çok sıkıntılı
geçerdi. Geceleri evlerde yaygın olarak gaz lambası,bazı fakir ailelerde de
''idare lambası'' kullanılırdı. Bunların yanında dışarıda meşaleden de
(çıra) yararlanılırdı. Ama akşamları hayvanları için ot-saman almak üzere
samanlıklara çıra yakarak inen bazı tedbirsiz insanlar büyük yangınlara
sebep olurdu. Kahvehanelerde lüks yakılırdı. Ramazanda minarelere kandiller
asılırdı. Gece sokağa çıkan erkeklerin elinde pilli el lambaları olur,
kadınlarsa komşu ziyaretlerine el feneri ile giderlerdi.
Yıllar yılları kovaladı..1960 yılına gelindi.Mayıs'ın 27'si.. Türkiye'de
siyasi düzen büyük darbe yedi.İhtilal olmuştu.. Askeri bir darbe ile
Demokrat Parti iktidarı alaşağı edildi.Başında Cemal Gürsel'in bulunduğu
''Milli Birlik Komitesi'' ülkeyi yönetmeye başladı. Başbakan Adnan Menderes
ve DP ileri gelenleri Yassıada'ya götürülüp yargılanmaya başladı. İhtilalin
ardından Türkiye'nin her tarafında olduğu gibi,Bademli'de de sokaklara ve
kahvehanelere Milli Birlik Komitesi'nin afişleri asıldı.Renkli afişlerde
başta Cemal Gürsel olmak üzere,38 kişilik subay kadrosunun resimleri
görülmekteydi.
1 yıl sonra Yenişarbademli Belediyesi sokakları gaz lambası ile aydınlatma
kararı almıştı.Bu amaçla işlek sokakların belli noktalarına camlı dolaplar
yerleştirildi. İçerisine de gaz lambaları konuldu. Belediye hizmetlisi
Mustafa Çavuş, her akşam bu lambalara gaz koyup yakıyor,gece 23.00 sularında
da gelip söndürüyordu. İlk yaktığı lamba Camiönü'ndeydi ve belediye
dükkanlarının meydana bakan cephesine yerleştirilmişti.Bu ''1 numaralı
lamba'' nın hemen üstündeki camekanda Milli Birlik Komitesi'nin afişi
yer alıyordu.Lamba yakılınca afişte aydınlanıyor,meydanın her yanından
farkediliyordu.
Sokaklara lamba konulması halkı memnun etmişti. Zira geceleri sokaklar
tuzaklarla doluydu. İnsanlar kah bir çukura basarak,kah ayağı bir taşa
takılarak düşme tehlikesi atlatıyorlardı. Ayrıca karanlığın
kadınlar,çocuklar ve yaşlılar için korkutucu bir tarafı vardı. Bütün bu
sıkıntılara lambalar bir nebze de olsa ilaç oluyorlardı. Lamba düzeni
Mustafa Çavuş'un fedakarane çabalarıyla sürüyordu. Ancak bir tanesinde belli
bir tarihten sonra sorun yaşanmaya başlandı. Bu ''1 no'lu lamba''
idi. Mustafa Çavuş'un bu işe aklı ermedi. Karşılaştığı durum karşısında ne
yapacağını şaşırdı.
Olay şuydu: Her akşam ilk yaktığı 1 no'lu lambanın kısa sürede söndüğünü
farketti. Gece yarısı lambayı söndürmeye geldiğinde bu lambanın daha önce
söndüğünü ve gaz haznesinde de hiç azalma olmadığını görüyordu. Bu işte bir
gariplik vardı. Birisinin gelip lambayı söndürmesi düşünülemezdi. Rüzgar da
söndüremezdi zira camlı muhafaza içerisindeydi. Cami önünden geçenler bu
lambanın yanmaması ile ilgili olarak belediyeye şikayette bulunuyorlardı.
Oysa Mustafa Çavuş ilk önce bu lambayı yakıyordu. Bu duruma bir anlam
veremiyordu. 1 no'lu lamba sanki ''Alaaddin'in Lambası'' gibi sihirli bir
hal almıştı. Aslında olayın sihirli bir yanı yoktu ama bir sırrı vardı.
Neydi o sır,o gizem?.. Lamba neden kısa sürede sönüyor,adeta ışık vermek
istemiyordu. Kimsenin bilmediği sır şu idi: Camiönündeki 1 numaralı lambanın
sorun çıkarmaya başlama tarihi tamı tamına 17 Eylül idi..17 Eylül 1961 Adnan
Menderes'in idam ediliş tarihiydi. O tarihe kadar pırıl pırıl ışık veren
lamba,o tarihten sonra arkasındaki Milli Birlik Komitesi afişini aydınlatmak
istemiyordu. Zira Adnan Menderes,bu komitenin başkanı olan Cemal Gürsel'in
onayıyla idam edilmişti. 1 no'lu lamba adeta idam kararına isyan
ediyordu.Olayın perde arkasında yatan gizem buydu..
MANDANIN VEFASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:22)

Manda ya da camız denilince,Yenişar'da sadece Hoyran (Gölyaka) akla
gelir.Köyün gölkenarında olması nedeniyle camızlar sulak arazide,sazaklar
içinde otlar ve sıcak yaz günlerinde suya yatarlar. Bademli'de ise sadece
iki ailede camız vardı. Bu ailelerden birisi bir tek,diğeri (Halcıklar)
birkaç tane camıza sahipti.
Tek camızı olan ailenin küçük oğlu,ilkokul yıllarında,sahip oldukları bu
hayvanı gütmekle görevlendirilirdi. Küçük çocuk, yazın sabahın erken
saatinde kaldırılır, annesi tarafından hazırlanan azık kabını beline sarıp
önüne camızı katarak Ağıllaca'nın yolunu tutardı.
Bu dişi camız uzun yıllardır ailenindi. Adı ''Arap'' idi. Sütü bol, yoğurdu
koyu olurdu. Küçük çocuk bildi bileli bu camızla haşir neşir olsa da ona bir
türlü ısınamamıştı. Bunun nedeni de; hayvanın iri yarı ve kapkara görüntüsü,
kocaman boynuzları, sert bakışları ve başına buyruk oluşuydu. Çok üstüne
varılırsa hayvan hemen boynuzlarını konuştururdu. Çocuğu bir kaç defa da
süsmüştü. Bu nedenle camıza ilişkin yaptığı herşey zoraki idi. Köydeki bütün
çocuklar camızdan korkardı. File benzettikleri bu hayvanın sütünün
içildiğine,etinin yenildiğine pek akıl erdiremezlerdi.
Bir yaz günü küçük çocukla camız bir saatlik bir yürüyüşten sonra
Ağıllaca'ya vardılar.Camız, Ağıllaca'nın ortasından geçen (Başdeğirmen'i
döndüren) suyun etrafa taşarak yeşerttiği sazlıkta otladı,öğleyin sıcak
bastırınca da oradaki havuz gibi olan çamurlu su birikintisine yattı..Güneş
Dedegül dağına doğru yaslanınca sıcak kırıldığından homurdanarak sudan
çıkıp,tekrar otlamaya koyuldu. Ama o gün hava bir başka sıcaktı. Koca alanda
da hiç kimsecikler yoktu.Zira tüm sığırları ''gici'' tutmuş, onları güden
çocuklarla birlikte köye dönmüşlerdi. Ağıllaca'da bir tek küçük çocukla
camızı kalmıştı. Çocuk böyle durumlarda kendini çok garip hisseder,
yalnızlıktan korkardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Gün batımına kadar
sabretmesi gerekiyordu. Bir an canı çok sıkıldı. Hava almak için yukarıdaki
çamlara doğru gezmek istedi. Akarsuyu geçip yokuş yukarı tırmanmaya başladı.
Tam o sırada çamların arasından kocaman bir karaltının kendisine doğru
koştuğunu farketti. Bir de ne görsün!..Bu bir boz ayı idi.. Korkudan dondu
kaldı. Dönüp can havliyle gerisin geri koşmaya başladı.Amacı kendini
Başdeğirmen'e atmaktı. Orada değirmenci ve köylüler vardı. Ama çok koşamadan
ayı ona yetişti. Çocuk feryat figan ''İmdat!.. Can kurtaran yok mu!..'' diye
bağırıyordu. Ama bir gariplik vardı ortada..Hayvan çok sert davranmıyordu
çocuğa..Ne pençesini saplıyor,ne ısırıyordu. Sadece kah kolundan,kah
belinden tutup onu ormana doğru sürüklemeye çalışıyordu. Çocuk çıldıracak
gibiydi. Feryadı ormanda yankılanıyordu. Tam kendini kaybetmek üzereydi ki
uzaktan ''bir dostun'' koşarak geldiğini farketti. O,camızından başkası
değildi..Hayvan,gözleri çakmak çakmak olmuş,burnundan soluyarak dört nala
yaklaştı ve olanca öfkesiyle ayıya saldırdı. Çocuk bir kenara kaçtı.İri yarı
iki hayvan ölümüne bir mücadeleye giriştiler. Kah ayı yerlere seriliyor,kah
camız ayının ağırlığıyle dizleri üzerine çöküyordu. Ama Arap kararlıydı.
Sivri boynuzları ve güçlü vücuduyla ayıyı darma duman etti.Sonunda ayı pes
edip kaçmaya başladı ve ağaçların arasında kaybolup gitti. Çocuk koşarak
camızının yanına vardı. Ön ayağı hafif aksıyordu.Canını kurtaran kahraman
camızına sarıldı. Her ikisi bir an göz göze geldiler.Çocuk,kendisine soğuk
davranan camızının aslında onu çok sevdiğini anladı. Arap'ı şefkatle okşadı.
Bu olaydan sonra küçük çocuğun babası camızı satmaya karar verdi.Arap,gölün
karşı tarafında yer alan Kıstıfan (Gölkaşı) köyünden birisine satıldı.
Satıldı satılmasına ama yine inanılmaz bir olaya daha imza attı. Satılışında
birkaç gün sonra,koca Beyşehir Gölü'nü yüzerek geçip Bademli'ye geri
döndü.Ama artık o başkasının malıydı. Sahibine haber verildi ve tekrar
götürüldü. Arap'tan bir daha da haber alınamadı.
BASTON
KABUSU
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:21)

Hidayet,çocukluğunu Yenişarbademli'de doğa ile iç içe doyasıya yaşayan
birisiydi. İlkbaharda bembeyaz duman gibi açmış badem ağaçlarına tırmanır,
yazın Çay'da çimer,sonbaharda biçilmiş tarlalarda öküz güder,kışın diz boyu
yağan karda kar topu oynar, kızak kayardı.
Bu güzelim yıllar çabuk geçti ve askerlik gelip çattı.Acemi eğitiminden
sonra dağıtım yeri olarak torbadan Zonguldak'ın Devrek ilçesini çekti. Gidip
teslim oldu. Devrek,yeşillikler içinde,ortasından çay geçen şirin bir
kasabaydı. Belde turistikti. Hidayet Askerlik Şubesi'nde görevliydi. Şube
binası ilçenin dışında
olduğundan Devrek'i uzun zaman tanıma fırsatı bulamadı. Nihayet bir gün
komutanı onu bir iş için Kaymakamlık'a gönderdi. Hükümet binası çarşının
ortasındaydı. Hidayet çarşıya girdiğinde kendini kötü hissetmeye başladı.
Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor, ayakları dolaşıyordu. Neredeyse görevini
unutacaktı. Onu bu hale sokan baston dükkanlarıydı. Devrek çarşısı,her
tarafı envai çeşit baston satan dükkanlarla doluydu. Vitrinlerinde,''Meşhur
devrek bastonları burada satılır'' levhaları asılıydı.Hidayet,etrafa biraz
göz attıktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Hiç sevmezdi bastonları..
İşini bitirip Şube'ye döndü. Döndü ama,dönerken bastonlar sanki peşinden
geliyor hissine kapılmıştı. Hidayet o günden sonra rüyalarında yılan şekline
bürünmüş bastonlar görmeye başladı. Uykusundan kan ter içinde sayıklayarak
uyanıyordu.Onun bu halini gören asker arkadaşları durumu komutana
ilettiler.Komutan da Hidayet'i tebdili hava olarak memlekete izine gönderdi.
Dönüşünde de sorununu öğrenip onun Çaycuma ilçesine naklini sağladı. Böylece
Hidayet'in Devrek kabusu sona ermiş oldu.
Hidayet'in baston fobisi nereden kaynaklanıyordu?..Bunun altında yatan sır
neydi?..
Şuydu:
Hidayet ilkokul çağlarında oldukça hareketli ve yaramaz bir çocuktu.Sabahtan
akşama kadar sokaklardaydı. Akşam karanlığı çöktüğünde, ''başına kül torbası
düşer'' diye büyüklerince korkutulmamış olsa gece de eve zor
gelecekti.Gündüzleri sokak kenarına yığılmış uzun siyah su boruları yığını
üzerinde oynamayı pek severdi. Boruların bir ucuna kendisi,diğer ucuna
arkadaşları geçer birbirlerine bağırırlardı.
Bir gün çeşme borularını yerinden oynatmaya çalışırken başlarında Yusuf Ali
belirdi. Adam bastonuyla borular vurarak,''Oynamayın
borularla,deyyuslar!..'' diye bağırarak onları oradan kovdu. Yusuf Ali
(Tuna), şişman, heybetli yapılı, şahin bakışlı bir adamdı. Elinde hep bastonu
vardı.Davudi sesiyle ve baston sallamasıyla çocukların adeta bir
kabusuydu.Çocuklar,''Yusuf Ali geliyor!..'' diye bir ses duyduklarında
darmadağın olup kaçışırlardı. Hatta çocuklar arasında,Yusuf Ali'nin
bastonunun yere atılınca yılan olup çocukları yuttuğu söylentisi bile
yaygındı. Hz.Musa'nın asası için anlatılanlar adeta Yusuf Ali'nin bastonu
efsanesine dönüşmüştü. O çocuklar büyüdüklerinde de Yusuf
Ali dayıya mesafeli dururlar,ondan çekinirlerdi. Böylece Yusuf Ali kasabada
belli bir otorite sağlamış oluyordu. Hatta kısa bir dönem de belediye
reisliği yaptı.
Hidayet'in Yusuf Ali ile birebir yaşadığı bir olay onun ruhunda derin izler
bırakmıştı. Şöyle ki: Bir gün Hidayet sokak çeşmesinde suyla oynarken Yusuf
Ali'nin hışmına uğradı. Suyun tazyikli sesinden Yusuf Ali'nin yanına
yaklaştığını farketmemişti. Koca bir gölge aniden güneşini kesmiş, başını
kaldırdığında öfkeyle dolu yürek delen bir bakışla karşılaşmıştı. Büyük bir
panik içinde fırladı. Hızla uzaklaşırken Yusuf Ali bastonunu onun arkasından
fırlattı. Baston başını yalayıp geçerken Hidayet'in ayağı taşa takılıp yere
kapaklandı. Dizleri ve avuç içleri kan içinde kalmıştı. Can havliyle kalkıp
koşarak ve ağlayarak evlerinin yolunu tuttu. Bu olay, Hidayet'in ruhunda
derin izler bıraktı. İşte Devrek'te yaşadığı bunalım buradan
kaynaklanıyordu. Baston görmek onun iç dünyasında derin sarsıntılar
yaratıyordu.Aradan uzun zaman geçip yaşı ilerleyince, Hidayet'in Allah'a en
büyük duası; kendisini bir bastona muhtaç etmeden canını almasıydı.
BEYŞEHİR DÖNÜŞÜ YAŞANAN OLAYIN SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:20)

Yenişarbademli ilçe olmadan önce bağlı olduğu Ş.Karaağaç ile sıkı temas
halinde idi ama az da olsa devrede bir de Beyşehir vardı. Bademlililer bazı
ihtiyaçları için göl üzerinden Beyşehir'e gidip gelirlerdi. Bu gidiş geliş;
göle kadar olan 4-5 kilometrelik yolu yaya olarak katederek Sülükçü
iskelesine varılıp,oradan da Kurucaovalıların motorlu tekneleriyle olurdu.
Beyşehir'den aynı gün akşam üzeri dönülürdü. Bir yaz günü bakkal İsa Efendi
ve beraberinde kadınlı erkekli bir grup Beyşehir'e gittiler.İhtiyaçlarını
görüp Baba Mehmet'in motoruyla geri döndüler.
O gün şiddetli lodos vardı. İlerlemekte güçlük çeken tekne Sülükçü
iskelesine ancak akşam karanlığında yanaşabildi. Bakkalın kağnısı iskelede
bekliyordu. Eşyalar yüklendi ve hep beraber yola çıkıldı.Hava iyice
kararmıştı ama bereket ay ışığı vardı.Kafiledekiler Muma'ya (Gölkonak)
yaklaştığında garip bir şeyin kendilerini takip ettiğini farketti. Bu,ay
ışığında kah görünüp kah kaybolan bir insan silüetiydi. Uzaktan onları
izliyordu. Dikkatli bakıldığında başında garip bir başlığı,üzerinde de uzun
bir giysisi vardı.Gözleri ayışığında parlıyordu. Fazla ortalıkta
durmuyor,bir bakan olunca hemen bir çalının veya ağacın arkasına
kayıveriyordu. Kafiledekiler ne yapacağını şaşırmışlardı.Herkesin içine bir
korku düştü. Bazıları geri dönüp,''Kimsin? İn misin? Cin misin?'' diye
sesleniyor ama hiçbir cevap alınamıyordu. Yolcular ve kağnı hızlandı.
Kadınlar ağlamaklı bir hale geldiler. Aralarından cesur olanları eline taş
alıp var gücüyle garip yaratığa doğru küfrederek fırlatıyordu ama nafile..
Bu durum Muma'yı geçene kadar sürdü.Daha sonra gizemli takipçi gözden
kayboldu. Herkes derin bir nefes aldı ve geç saatlerde Bademli'ye ulaştılar.
Bu olayın sırrı neydi? Gece karanlığında kafilenin peşine takılan gerçek bir
insan mıydı yoksa bir hayalet miydi?
İşin sırrı şuydu: O görünen ölmüş bir gencin hayaliydi..Alican adında,bir
zamanlar Yenişar'a hükmeden Numan Ağa'nın kızı Beran'a sevdalanan fakir bir
gençti o.. Beran da Alican'ı seviyordu.Ama Numan Ağa bu sevdaya karşıydı.
Kızına ve delikanlıya karşı her türlü baskıyı uyguladı ama onları bu
sevdadan vaz geçiremedi. Ağa en sonunda kızını bir tekneyle Beyşehir'e
gönderip uzaklaştırdı.Beran'dan uzak kalmak Alican'ı çok üzmüştü. Artık
günlerini göl kenarında geçiriyor,belki içinde sevdiği kız vardır diye
Beyşehir'den gelen teknelerin yolunu gözlüyordu. Bir defasında da bir
kayıkla karşıya geçmeyi denedi ama engellendi.Sonunda Numan Ağa gaddarlığını
gösterdi.Alican'ı vurdurttu ve Muma ile Hoyran arasındaki Memiş Ağa
mezarlığına gömdürttü. İşte o gün bu gündür Alican'ın ruhu zaman zaman
Beyşehir'den gelen yolcuların peşine takılıp,aralarında sevgilisi Beran'ın
olup olmadığını görmek
için onları bir süre izlemektedir. Bademlililerin yaşadığı olay da buydu..
YOLA
ATILAN UMUTLAR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:19)

Yenişarlılar siyasete her zaman ilgi duymuşlardır. Ama bu konuda aşırılığa
kaçmamışlar, sadece genel ve yerel (belediye) seçimler sırasında tansiyonun
yükseldiği, bazı sürtüşmelerin ortaya çıktığı olmuştur. Bu da doğal
karşılanmalıdır. Önemli olan, seçim sonuçlarına saygı göstermek ve
kırgınlıkları unutup,yönetim ve halk olarak beldenin gelişmesi için elele
vermektir. Seçilen belediye başkanları halkla iç içe olduğundan onlarla
diyaloğ ve çalışmalarını izlemek kolaydır. Onlar nihayet hemşehrimizdir. Ya
milletvekilleri ile onları seçen halk ne kadar iç içedir?..Seçilenler
seçildikleri bölgelere ne kadar faydalı olabiliyorlar?..Yenişarbademli ancak
ilçe oluşundan sonra bazı hizmet ve olanaklardan faydalanmaya
başlamıştır.Daha önceki hatırlayabildiğimiz bir 50 seneyi gözümüzün önüne
getirirsek,bu yörenin sadece seçimler sırasında hatırlandığı,onun dışında
unutulduğunu görürüz.
Yaşanmış bir olay bunun niye böyle olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Bir
tarihteki genel seçimlerde Yenişar'a önemli bir partinin 2 milletvekili
adayı (A.Balım ve Y.Uysal) propaganda için geldiler. Siyah bir Chevrolet
otomobil ile kasabaya teşrif eden siyasileri Bademlili partililer
karşıladılar.Onların geleceği önceden bilindiği için kuzular
hazırlanmıştı.Misafirler Pınargözü'ne götürülüp bir güzel ziyafet
çekildi.Grup akşam üzeri Bademli'ye döndü. Camiönü'ndeki Asım'ın kahvesinde
bir toplantı düzenlendi.Kahvehane tıklım tıklım doluydu.İki milletvekili
adayından yaşlı olanı önce dinleyicilere ''Vatan,millet,sakarya'' babından
bir uzun nutuk çekti.Sözleri zaman zaman partililer tarafından alkışlarla
kesiliyordu. Daha sonra sıra halkın isteklerine geldi.Konuşmacı her isteyene
söz veriyor, dile getirilen talepleri yanındaki aday bir kağıda çalakalem
yazıyordu.Toplantı epeyce uzun sürdü.Kasabalılar isteklerine çok ilgi
gösteren ve ''mutlaka yapacağız, edeceğiz..'' diyen adayları çok takdir
etmişler ve sevmişlerdi.Onların Yenişar için çok şeyler yapacaklarına olan
umut ve güvenleri tamdı. Toplantı bittikten sonra iki milletvekili adayı
siyah Chevrolet arabalarına binip alkışlar arasında kasabadan ayrıldılar.
Otomobil Dereağzı'na yaklaşırken karşıdan bir kağnı belirdi.Kağnı tepeleme
kamış yüklü olup,Çayır'dan geliyordu. Başında Gancar Osman vardı.Osman
otomobili görünce kağnıyı kenara çekti ve durdu. Siyah Chevrolet o zamanki
şose yolda tozu dumana katarak yaklaştı, kağnıyı geçmek için yavaşladı ve
geçti.Osman kocaman kuyruklu otomobilin arkasından imrenerek baktı. Tam o
sırada arabanın sağ ön camından dışarıya bir şey atıldığını farketti.Atılan
şey ilgisini çekmişti.Koşup aldı.Bu,sarı renkli bir Yeni Harman sigarası
kutusuydu. Hafif şişkindi.Osman içinde sigara bulurum umuduyla kutunun
kapağını açtı ve kıvrılıp sokuşturulmuş bir kağıtla karşılaştı.Açıp baktı.
Üzerinde kargacık burgacık yazılar vardı. Okuması yazması da pek iyi
olmadığından kağıdı ve kutuyu fırlatıp attı ve kağnısının başına döndü.
Pekala,o kağıt neyin
nesiydi?..O kağıtta ne yazıyordu?..O kağıt; milletvekili adaylarının halkın
isteklerini yazdığı kağıttı.Ne yazık ki,Yenişarlıların Ankara'ya mutlaka
ulaşacağını umdukları istekleri,bırakın Ankara'yı,Yenice'ye bile ulaşmadan
yol kenarına atılmıştı. Sadece o siyasiler değil, yıllarca oy için Yenişar'a
gelen sayısız milletvekili adayları hep aynı şeyi yapmışlar,Yenişar halkının
umutlarını yollara saçıp gitmişlerdir.
SAMİ
ÖĞRETMENİN DRAMI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:18)
( Not:Bu hikaye 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle yazılmıştır)

Yenişarbademli'deki harman ucunda iki öğretmenin evi vardı. Yolun üst
tarafında yüksek bir bahçe içindeki iki katlı bu taş binaların yukarıdaki
Sami öğretmene (Bütüner), aşağıdaki Süleyman öğretmene (Erdoğan)
aitti. Bademli'nin bu iki popüler öğretmeni çok samimi arkadaş
olup,kasabalılar tarafından da çok sevilen ve sayılan iki şahsiyetti.
Sami öğretmen
çağdaş zihniyet taşıyan,temiz giyimli,yaşına göre gayet olgun davranan bir
kişiydi. Eşi Şaziye hanım ve kızlarıyla gezip eğlenmeyi çok severdi.Yazın
akşam üstleri evinin balkonunda tüm aile bireyleriyle neşeli saatler
geçirirdi. Yoldan geçenler onu el sallayarak selamlar,o da aynı şekilde
karşılık verirdi. O yoldan hergün en az bir defa bisikletiyle geçen bir
çocuk daha vardı. Camiönü'nde evleri olan bu bisiklet düşkünü çocuk,
tutkuyla bağlandığı bisikletiyle hergün Yenice tarafını turlar gelirdi.
Bir yaz günü öğleden sonra,bisiklet düşkünü çocuk iki tekerleklisiyle Sami
öğretmenin evinin önünden geçiyordu. Çocuk yokuş aşağı pedallere
yüklendi.Bisiklet tam hızlanmıştı ki birden zinciri boşaldı.Kontrolden çıkan
bisiklet yol kenarında oynayan kız çocuklarından birini hafif sıyırıp bahçe
duvarına çarparak durdu.Bisikletin hafif çarptığı kız, Sami öğretmenin küçük
kızı idi. Çocuk korkudan ağlamaya başladı. Balkondan durumu gören hoca ve
eşi koşarak olay yerine geldiler. Sami öğretmen soğuk kanlı idi ama Şaziye
hanım kızını ağlattığı için bisiklet düşkünü çocuğa bağırıp
çağırıyor;''Boyun devrilsin emi!..Az kalsın kızımı öldürecektin!..'' diye
söyleniyordu.Çocuğa bir şey olmadığını gören Sami öğretmen;''Hanım
büyütme,kızın birşeyi yok!'' diyerek eşini eve gönderdi. Bisiklet düşkünü
çocuğa dönüp,'' Yavrum geçmiş olsun,bundan sonra bisikletini daha dikkatli
sür'' dedi.Çocuk öğretmenden özür diledi,elini öptü ve evine döndü.
Birkaç sene sonra Sami öğretmen Isparta'ya tayin oldu.Yenişar'a ancak yaz
tatillerinde gelebiliyordu. Ailece Bademli'ye gelmeleri mutlaka yankı
bulur,Yukarı Mahalle'ye gidip gelirken onları yolda görenler,kızlarının
rengarenk yazlık elbiseler ve şapkalarıyla geçişlerini ilgiyle izlerlerdi.
Gel zaman git zaman bisiklet düşkünü çocuk bir iş için babasıyla
Şarkikaraağaç'a gitti.O akşam bir aile dostları tarafından misafir
edildiler.Ertesi günü sabah,bisiklet düşkünü çocuk evin oğlunun bisikletini
alıp çarşıda bir tur atmaya çıktı. Otobüs garajının girişindeki benzin
istasyonuna yaklaşırken uzaktan tanıdık bir simayı farketti. Bu Sami
öğretmendi. Hoca büfeden gazete almış,hem yürüyor hem de gazete başlıklarına
göz atıyordu.Tam benzin istasyonunun önünden geçiyordu ki bir an duraladı. O
sırada bir kamyonun yakıt almak için hızlı bir şekilde geri geri manevra
yaptığını farketmedi. Ama tehlikeyi uzaktan bisikletli çocuk farketmişti.
Hızla pedallere asıldı. Tam kamyon hocaya sırtından çarpmak üzere iken
kolundan tutup hızla yana çekti. Hoca sendeleyip yere oturdu.Çocuk bisikleti
durdurdu ve Sami öğretmeni kolundan tutarak kaldırdı.Hoca bisiklet düşkünü
çocuğa,''Yine mi sen!..'' der gibi bakıyordu. Ama durumun farkına varınca
çocuğa teşekkür etti. Çocuk hocanın elini öptü ve ayrıldılar.
Ne garip tecellidir ki,bir zamanlar Şaziye hanımın,''kızımı öldürecektin''
diye çıkıştığı bisiklet düşkünü çocuk,şimdi onun kocasını kurtarmıştı.
Kurtarmıştı kurtarmasına ama,bu hocaya yetmedi..Bir süre sonra Isparta'dan
onun
ağır hasta olduğu haberi geldi. Hoca hastaneden Bademli'deki karısına ''Eşim
Şaziye..'' diye başlayan sevgi ve hasret dolu mektuplar gönderiyordu. Günden
güne solan bu ilim irfan ışığı öğretmen hastalığın ölümcül pençesinden
kurtulamayıp; ailesini, öğrencilerini ve sevenlerini sonsuz üzüntüler içinde
bırakarak bu dünyadan göçüp gitti.Daha çok erkendi; hayat yolunu yeni
yarılamıştı.
Bu olayı hatırlarken,Cahit Sıtkı Tarancı'nın ''Otuzbeşyaş şiiri'' ni
de hatırlamamak mümkün değil..Şair o şiirini,sanki kendisi gibi genç yaşta
hayata veda eden nice Sami öğretmenler için yazmış gibidir..Şiirin baş kısmı
şöyledir:
Yaş otuzbeş,yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlılık çağımızdaki cevher,
Yalvarmak,yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Bu mazide kalmış hüzünlü öyküyü bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KADIN MÜNECCİMİN YENİŞAR HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:17)

Üç tarafı dağlarla,bir tarafı Göl'le çevrili Yenişar vadisi için tarih
boyunca çeşitli övgüler düzülmüştür.Bu övgülerin en eskisi ve etkileyicisi
Selçukname'de görülür. Şöyle ki: ''Eğrinas (Yenişar) her yeri cennetten
bir parça olan, yeşil ve firuze renklerin kaynaştığı,lalelerin adeta kan
damlası gibi göründüğü,halkının refahının en yüksek mertebede olduğu nadide
bir ülkedir.'' Ayrıca Yenişarlı veya Yenişar dışından çok sayıda
tarihçi,araştırmacı,şair,yazar ve eğitimci,bu beldenin özellikle doğal
güzelliklerini vurgulayan nesir ve şiirler ortaya koymuşlardır.
Sekiz asır önce dillere destan ve müreffeh Kubadabad Vilayeti,ne oldu da o
parlak günlerini sürdüremedi..Elbette ki bunun tarihsel,siyasal ve ekonomik
açıklamaları vardı.. Ama Yenişalılar bu konuda ne yaptı ya da yapamadı?
Özellikle yakın tarihte halk nasıl bir yol izledi de az gelişmişlik
zincirini kıramadı? Birbirlerine mi düştüler? Arazi çatışmaları mı
yaşadılar? Yoksa şiirler düzdüğümüz o güzelim dağlar ve göl buranın halkı
için aşılmaz bir engel mi teşkil etti? Nüfus artınca arazi yetmez mi oldu?
Sakın siyasetçilerin oyuncağı olmasın bu belde!..Yenişar'ın şu anki durumu
için daha bir sürü faktörü içeren olumsuz bir tablo çizilebilir, hatta bu
konuda bir kitap bile yazılabilir. Ama tarihin karanlıklarında bir kadın
müneccim, Yenişar hakkında yazacağını çoktan yazmıştır bile..Bu kadının adı
BİBİ'dir. Sekiz asır önce Hoyran yakınlarındaki Kubadabad Sarayı'nı yaptıran
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın himayesine girmiş olan kadın müneccim
Bibi, Sultan'a birçok konuda yol göstermiş ve dedikleri çıktığı için de
büyük itibar kazanmıştır. Bu kadın büyücü ve müneccimin elbetteki Yenişar
hakkında da söyledikleri vardı. Yenşar'ın geleceğini soran Sultan'a,hem
Beyşehir,hem de Yenişar hakkındaki kehanetlerini bildirmiştir. Kahine
BİBİ'nin söylediği şuydu: ''Yenişar etrafı yemyeşil dağlar ve pırıl pırıl
bir gölle çevrili altın kafestir. Bunun içindeki kuş,uzun yıllar o kafesi
kırıp dışarı çıkamayacaktır.''
Kadın müneccim bu sözleriyle ne demek istemiştir? Bunu anlamak zor
değil.Onun söylemek istediği,bu günün deyimiyle,''kapalı bir toplumdan,dışa
açılmış bir topluma dönüşmek'' tir.Maalesef kahine BİBİ haklı çıktı.Bu
dönüşüm uzun yıllar gerçekleşmedi.Suçu dağa, göle atmadan Yenişarlılar dönüp
bir kendilerine bakmalılar. Göreceklerdir ki en önemli faktör, bu ilin
birlik ve beraberlikten yoksun oluşudur.
Türkler Ergenekon kıskacından elele,omuz omuza vererek Demirdağ'ı eriterek
çıktılar.Ama Yenişar'ın 6 pare köyü bir araya gelip kendilerini çevreleyen
olumsuz koşulların üstesinden gelemediler. 130 sene önce çıkan bir arazi
ihtilafı nedeniyle 4 köy bir tarafa, 2 köy başka bir tarafa savrulup gitti..
Ama herşeye rağmen Yenişarbademli'nin önce nahiye, daha sonra ilçe
olması, sekiz asır önce ortaya atılan umut kırıcı kehaneti umuda dönüştüren
olumlu adımlar olmuştur.
Umarız müneccimler bundan sonrası için karanlık tablo çizmezler. Ama Yenişar
için daha ne sırlar olduğunu bilenler bilir,bilmeyenler bilmez.
SARI ÖKÜZÜN FERYADI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:16)

Yenişarbademli'de bir zamanlar,devlet memuru olmuş kişi sayısı pek
azdı.Bunların bir kısmı Belediye'de ve Orman İdaresi'nde çalışan kişilerdi.
Büyük çoğunluk öğretmendi. Bunlar Muallim Mektebi veya Köy Enstitüsü'nden
mezun olmuş olan, Cumhuriyetin ilk aydın öğretmenleriydi.
{Şevket,Veli,Süleyman,Sami(genç yaşta öldü), Mediha, Zühtü, Ali, Hasan,
Hüseyin, Ahmet, Hulki, Ekrem Hocalar...} Bu kadro halkın gözünde oldukça
saygın ve imrenilen bir şahsiyet topluluğuydu. O zamana göre maaşları da
oldukça yüksek olduğundan herkes çocuğunun öğretmen olmasını isterdi. Ama bu
mümkün değildi, zira öğretmen okulu sınavı çetin bir sınavdı. Bir avuç
devlet memuru dışındaki büyük kitle ziraatle uğraşır,arazi kıt olduğu için
de mahsül ancak ailenin karnını doyururdu. Satıpta para kazanacak artı bir
ürünü pek az olurdu.
İnsanlar hep ''bir damlayanımız olsun'' isterdi.Bu da ancak maaş demekti.O
da onlar da yoktu. Diğerleri neyse ne de, nakit kıtlığı oğlan askere
gidince, hele bir de oğlan-kız evlenecekse ailelerin belini iyice bükerdi.
Allah'tan ki Bademli bir ''orman köyü'' idi ve ''tomruk çekme'' işi,onların
derdine bir nebze çare olurdu.Orman İdaresi tomruk sezonunu açtığında
kasabaya bir hareket gelir, akşamdan kağnılar öküzler hazırlanır, sabah
erkenden yollara düşülürdü.
Böyle bir zamanda Aşağı Mahalle'den Mehmet Ağa'da tomruk için alaca
karanlıkta kalkıp hazırlıklarını yaptı ve karısı Hatça'nın hazırladığı azık
kabını alıp diğer komşularıyla birlikte yola çıktı. Ormana varınca kendisini
büyük kuturlu kocaman bir tomruk seçti.Kocaman tomruk seçti çünkü paraya çok
ihtiyacı vardı. Diğerlerinin yardımıyla tomruğu kağnıya yükledi ve kendisi
de onlara yardım ettikten
sonra hep beraber gerisin geri yola koyuldular.
Hava akşam üzeri karardı ve yağmur çiselemeye başladı.Yollar toprak
olduğundan az sonra yumuşadı. Kağnıların tekerleri ağır yük nedeniyle
batıyor,öküzler zorlanıyordu. Mehmet Ağa habire öküzleri övendireyle
dürtüyor,bağırıp çağırarak onları yüreklendirmeye çalışıyordu. Soldaki kara
tosun genç ve güçlüydü,ama sağdaki sarı öküz yaşlıydı ve hep geri kalıyordu.
Asıl embeli o yiyordu. Maltepesinin oralarda teker bir çukura girdi ve kağnı
durdu. Mehmet Ağa öküzleri dehledi, embelledi, kara tosun boyunduruğa
asıldı, ama sarı öküzde mecal yoktu.Arkadakiler de kağnıyı yürütmesi için
seslenince Mehmet Ağa iyice öfkelendi ve övendireyi sarı öküzün sırtına
boylu boyunca darp etmeye başladı.Onu gören köylüler ''Yapma,Etme!'' diye
koşup geldiler ve kağnıyı itelediler. Sarı öküz harman yerindeki depoya
gelinceye dek sahibinden işkence gördü. Depoya varınca Mehmet Ağa tomruğu
indirdi ve nakliye pusulasını alıp evin yolunu tuttu.Pusulada ne kadar para
yazdığına bile göz atmadı.Yüzü asıktı,canı sıkkındı. Güya sarı öküz onu ele
güne rezil etmişti. Bunu kendine yediremiyordu.
Gel zaman git zaman Mehmet Ağa sarı öküzü iyice dışladı.Ona ne doğru dürüst
ot veriyor,ne de suluyordu. Öküzceğiz onu görünce korkulu gözlerle ahırın
bir köşesine kaçıyordu. Övendire darbelerinden sırtı boylu boyunca yara
içindeydi. Geceleri inliyor,insan gibi feryat ediyordu. Mehmet Ağa'nın
karısı Hatça ''Zavallı öküz ağlıyor!'' diye söyleniyor,kocası ''O cezalı!''
diye ilgilenmesine mani oluyordu.
Bir gün Mehmet Ağa Asım'ın kahvesi önünde çayını yudumlarken,yoldan modern
giyimli bir bayan geçiyordu. Bu bayan Mediha öğretmendi. (Bademli'nin ilk
kadın öğretmeni.) Arkasında da sevimlimi sevimli bir kuzu vardı. İple bağlı
olmamasına rağmen kuzucuk onu tıpış tıpış takip ediyordu. Kahvedekiler
onları hayranlıkla izliyordu. Mediha öğretmen bekardı. Bu kuzuyu doğar
doğmaz yanına almış, adeta evlat edinmişti. Onların birlikteliği kasabanın
dilindeydi. Onların uzaklaşışını seyreden Mehmet Ağa bir an duygulandı.
Mediha öğretmenle kuzusu yüreğini hoplatmıştı. Ne büyük hayvan sevgisiydi
bu… O an sarı öküzü düşündü.Kuzu gibi o da bir hayvandı.Üstelik kuzu gibi
sadece süs hayvanı değil, aileye yıllarca hizmet eden çok faydalı bir
hayvandı. Onu el üstünde tutması gerekirken ona kötü muamelede
bulunmuştu.İçi burkuldu,gözü yaşardı. Hemen evin yolunu tuttu. Ahıra girip,
korkulu ve ağlamaklı gözlerle bakan cefakar öküzüne sarıldı. Ondan kendisini
affetmesini istedi. Mehmet Ağa ertesi gün sarı öküzü Çay'da bir güzel
yıkadı.Sonra yaraları için merhemler bulup sırtına sürdü.Onu hiç kağnıya
koşmadı.Eşten dosttan borç alarak yeni bir öküz aldı. Sarı öküzü de emekliye
ayırdı.
Bir gün Asım'ın kahvesi önünde oturanlar,önde Mehmet Ağa arkada sarı öküzü
olmak üzere yoldan geçerken görünce,''Hey Mehmet Ağa, iki ihtiyar peşi sıra
nereye gidiyorsunuz böyle!'' diye takıldılar. Mehmet Ağa'nın;iç dünyasında
ukde kalmış bir duyguyu yaşadığını nereden bilebilirlerdi.
Bu olup bitenleri yaşayan bilir,yaşamayan bilmez.
CAMİARDI' NDAKİ HAYALET
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:15)

Yenişarbademli'nin çeşmelerinden bugün gürül gürül sular akıyor ama bu öyle
kolay olmadı..Halk yıllarca arıklardan ve çaydan su temin etti. Sağlıklı
olmayan bu suları; kah kadınlar sırtlarında testi,ellerinde bakraçlarla, kah
eşeğin üzerine konan heybenin iki gözüne yerleştirdikleri testi ve
güğümlerle yaz kış demeden evlerine taşıdılar.
''Dökme suyla değirmen dönmez'' derler ama,çamaşırları yüneklikte yıkasalar
da,kadınların diğer ev işlerini bu kıt sularla nasıl hallettikleri bir
muammadır. İçme suyu o kadar değerliydi ki; komşudan gelen yemek kabı iade
edilirken içine su konupta geri verilirdi. Su kutsaldı, bir damlası dahi
ziyan edilmezdi. Komşu komşudan su ödünç alırdı. Yaşlılar su ikram
edildiğinde ''su gibi aziz ol'' derlerdi. Evlerde kapçı Musa'nın imal ettiği
boy boy kırmızı testiler sıralanırdı. Su değerliydi ama bu demek değildi ki
içimi güzeldi..Aksine arık ve çaylardan temin edildiğinden nahoş
kokar,üstelik çocukların barsaklarında solucan oluşmasına neden olurdu. Ama
çare yoktu..Su su idi..
''Su akar Türk bakar'' misali,yıllarca Dedegül dağlarındaki pınarların
suları kasabanın içine uğramadan Göl'e,oraya buraya aktı durdu. Ta ki 1950
yılının ortalarına kadar..Nihayet devlet Yenişarbademli'ye çeşme getirilmesi
kararı almış ve uzun yıllar sürecek çalışmalara başlanmıştı. Çeşme
denildiğinde,o günleri gören insanların ilk aklına gelen; köstepek yuvası
gibi kazılmış yollar ve öbek öbek yol kenarlarına yığılmış 8-10 metre
boyunda kara kara borulardır. Boru döşeme çalışmaları büyük sıkıntılar
yaratsa da,gelen yabancı işçi, ve ustalar kasabaya sosyal ve ekonomik
hareketlilik getirmiştir.Bu elemanlar arasında,Asım'ın Kahvesi'ni mekan
tutmuş Osman Ağa ile,tüm Bademlililerin sempatisini kazanmış karadeniz uşağı
Sucu Kemal hafızalardan silinmeyecek şahsiyetlerdir.
Kazı çalışmaları kasabanın kaya zemininde oldukça zor ilerlerken,Camiardı'nda
vuku bulan bir esrarengiz olay işin meşakkatine tuz biber ekmiştir.
Kasabanın yukarısından gelen bir hattın Camiardı'ndan geçip,ilkokulun
önünden,Hayataltı'na doğru ilerlemesi gerekiyordu. Ama garip bir şeyler
oldu. Şöyle ki: İşçiler boruları birleştirirken araya erimiş kurşun
döküyorlardı. Ama bir gün sabah işçiler geldiğinde bu kurşunların eriyip
toprağa
akmış olduğunu gördüler..Bu kendiliğinden olacak şey değildi. Dikkati çeken
birşey daha vardı: Etrafta sönmüş kor ve kül kalıntıları göze çarpıyordu.
Sanki birisi ateş yakıp kurşunları eritmişti. Aynı olay ertesi günüde tekrar
etti. Herkes şaşkınlık içindeydi. Olay sırasında orada evi olan Demirci
Tevfik'in de başı dertteydi. Zira sabahları demirci dükkanına girdiğinde
körüğün işletilip kömür yakıldığını farkediyordu. Kendisinden şüphelenilir
diye bundan kimseye bahsetmedi.
Etrafta bir dedikodu furyası başladı..O hatta bir uğursuzluk vardı..Bir
hayalet gelip boruları ayırıyordu. Akşamları kimse oradan geçemez oldu. En
sonunda Camiardı boru hattı iptal edildi.Çukurlar kapatıldı.
Bu olayda yatan sır neydi? Kim kurşunları eritiyordu.?
Bilinmeyen şuydu: Yenişar'a bir zamanlar 7 evliya gelmişti.Bunların
bazılarının yeri belliydi.Bir tanesi de Camiardı'nda medfundu. Mezarı açıkca
belli olmayan bu ''yatır'',belli ki üstünden boru hatının geçmesini
istemiyordu.
Bu hikayeyi yaşayan bilir, yaşamayan bilmez.
BİTMEYEN BAYRAM YEMEKLERİNİN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:14)

Yenişar'da eskiden ramazanlar bambaşka bir atmosferde geçerdi.Tüm kasabayı
manevi bir hava kaplar,genci yaşlısı hep niyetli olurdu.Geceleri evlerde
çalar saat yaygın olmadığından mutlaka davulla kalkılırdı.Sahurda hoşaf
eşliğinde,topalama, erişte veya çubuk makarna yenirdi.Yemekten sonra
da,''Ekmek yedim kuruca,su içtim duruca, niyet ettim niyetlendim yarın ki
oruca'' diye niyetlenilirdi.
İftar saatinde Dede'den tüfek atılırdı. İftardan kısa süre sonra kandiller
asılmış tahta minareden sala verilir ve kalabalık bir kasabalı (çocuklar
dahil) teravihe giderdi.
En meşakkatli oruç,Ağustos ayındaki ekin-orak dönemine denk
gelendi..Cehennemi sıcaklıkta ekin tarlasında orak sallayan kadın ve
erkekler,büyük sabır ve metanet gösterirler,susuzluktan yansalar da
oruçlarını bozmazlardı.( Ama Yukarı Mahalle'den bir saf kızcağızın çok
susayınca evlerinin karanlık bodrumuna girip,''Burada Allah görmez' diyerek
testiyi kafasına diktiği de bir şayia olarak anlatılırdı.)
Ramazanın sonuna doğu davulcu Çangal Rıza sahurda evlerin penceresi önüne
gelir,''Uyan mehmet Ağa uyan,gül yastıklara dayan..'' diye maniler
söyleyerek ''okşama'' yapar ve bahşiş toplardı.
Bayramlar da ayrı bir güzellikteydi. Yolda birbirine rastlayan herkes
bayramlaşmadan geçmezdi. (Camiden çıkınca sıraya durma adeti o zamanlar
yoktu.) Bayramı özellikle çocuklar çok severdi.En büyük eğlenceleri
sokaklarda büyük gürültülerle mantar patlatmaktı.
Hem Ramazan,hem de kurban bayramlarında yaşanan en önemli olay ''Bayram
Yemeği'' dir.Her mahallede sırayla bir eve komşular yemek getirir ve
kasabanın erkekleri orada gelip karnını doyururdu.
Bir ramazan bayramı,Aşağı Mahalle'de bayram yemeği Cemal Hoca'nın evinde
veriliyordu.Yemek vakti gelince tüm kasabalılar gruplar halinde eve gelmeye
başladılar.İki oda ve hanayda sofra kuruldu.Büyükler odalarda, çocuklar
hanayda yemeğe başladılar.Sofranın biri kuruluyor,biri
kaldırılıyordu.Sofraya hizmet eden kişi elinde tabakla ayakta bekliyor,eğer
sofradakiler hızlı yemiyorsa,''Bu değirmen iyi çalışmıyor'' diye latife
yapıyordu.Sofraya her tabak konuluşunda,''Bu ekmek işi, ya da bu kaşık işi''
denip ona göre hamle yapılıyordu.(Tahta kaşık yetmezse iki kişinin aynı
kaşığı sırayla kullandığı olurdu.) En sonunda pilavla hoşaf gelir, buna
''kara haber'' denirdi.Ama bazen varsa son yemek baklava olur, karabulutlar
hemen dağılıverirdi.
O gün büyüklerin yemek yediği odaların birinde ilk sofra kurulduğundan beri
hiç kalkmayan bir yabancı vardı.O hengame ve boğaz savaşı sırasında pek
dikkati çekmeyen bu yabancı;kırlaşmış sakallı, beyaz başlıklı,yeşil gözlü,
güler yüzlü, mütevazi duruşlu,çelimsiz yaşlıca bir zattı.Herkes karnını
doyurma telaşı içinde olduğundan ona,''Kimsin? Necisin?'' diyen olmamıştı.
Pek bir yemek yer hali de yoktu. Herkes karnını doyurup gidince,sessizce
kısa bir dua etti ve o da kalkıp gitti.
O günün akşamı,eve yemek getiren mahallenin kadınları kap kacakların almak
üzere eve vardıklarında şaşırıp kaldılar. Zira getirdikleri yemekler
kaplarında aynen duruyordu.Ne olup bittiğine akıl erdiremeseler de dolu
kaplarını alıp evlerine döndüler.
Yemekler neden aynen duruyordu? ( Oysa herkes o bayram öyle tıka basa
yemişti ki,o gün yedikleri yemeklerin lezzetini ve bolluğunu yıllarca
unutamadılar.)
Bu olaydaki esrar neydi?
Şuydu: Kimsenin farkında bile olmadığı o kişiden geliyordu yemeklerin
bereketi. O zat,bedeni zavallı ama ruhu yüce bir kişi idi..Ramazanda
memleket memleket gezer,oralara nimet ve bolluk getirirdi.
O bayramda da bundan Bademli nasiplenmişti.
Bu öyküyü bilen bilir,bilmeyen bilmez.
HOYRANLI KADINA HAZIRLANAN ÖLÜMCÜL TUZAK
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:13)

Yenişarbademli ve Hoyran (Gölyaka) gerek yerleşim,gerekse örf ve adetler
bakımından oldukça farklıdırlar. Hoyran'da ova,Bademli'de dağ kültürü
vardır. Hoyran Göl'den, Bademli ormandan yararlanır.Hoyran'ın evleri
kerpiçten,Bademlininki taştandır.Hoyranlılar haşhaş(şimdi kalktı), kelek
(kavun), domates, bostan (salatalık) yetiştirir. Akarsuları olmadığı için
her evin bahçesinde kuyu bulunur ve sebzeler buradan sulanır.Bademli'nin ise
fasülyesi meşhurdur. Toprağından mıdır,suyundan mıdır nedendir,özellikle
yeşil fasülyenin tadına doyum olmaz.
İki yerleşim yeri çok yakın olmalarına rağmen aralarında hiçbir sıcak ilişki
kurulmamıştır. Hatta bir tarihte mera gerginliği bile yaşamışlardır. İki
yerin erkekleri birbirlerine soğuk dururlar ama kadınlar cephesinde durum
tersine olsa da,tatsız bir olay iki tarafı üzmüştür.
Bir yaz günü Bademli'den aşağı köylere giden bağlar arasındaki yolda bir
kadın bulundu. Kafası kanlar içerisinde dikenli temelin dibinde ölü gibi
yatıyodu. Onu bulan köylüler Jandarma'ya haber verdiler.Kadının Hoyranlı
olduğu anlaşılıyordu.Ama burada ne işi vardı? Başına ne gelmişti? Onu bu
hale kim getirmişti?
Kadın ölmemişti. İlk müdahaleyi Bademli'de sağlık memuru yaptı.Kadın daha
sonra Hoyran'a götürülüp ailesine teslim edildi. Jandarma olay yerinde
araştırma yaptı ama ne bir şahit, ne de bir delil bulabildi. Olay böylece
kapanıp gitti.
Hoyranlı Nezive (Nazife) kadını ölümle burun buruna getiren olay neydi?
Şuydu: O zamanlar Hoyranlı kadınlar heybelerine sebze ve kavunları
doldurup,eşeğe yükleyerek Bademli'nin yolunu tutarlardı. Bademli'de
tanıdığı bir aileye misafir olur,o ailenin kadını,Hoyranlının
getirdiklerini komşularına götürür,yerine de genellikle kuru fasülye alıp
getirirdi.Buna ''değişim'' denirdi.İşte iki köyün kadınları arasında böyle
bir yardımlaşma vardı. O ölümden dönen kadın da bu amaçla yola düşmüştü. Ama
Bademli çocuklarının sorumsuzca bir oyununun kurbanı olacağını nereden
bilebilirdi..
Bu oyun şuydu: Bademlili bazı çocuklar, Hoyranlı kadınların geçtikleri yolun
kenarındaki kuytu bir yerde pusuya yatar,tam eşek önlerine geldiğinde birden
bağırarak çıkıp hayvanı ürkütürlerdi.Zavallı hayvan korkudan fırlar,o sırada
heybedeki kavunlar yerlere saçılır,çocuklar da kadının şaşkın ve çaresiz
bakışları altında kavunları kapıp kaçarlardı. Nazife kadının da başına aynı
olay gelmişti,ama iki farkla: Birincisi,çocuklar sadece
bağırmamışlar,kocaman bir köpeği de eşeğin üzerine salmışlardı.İkincisi de,
kadın eşeğin üzerindeydi..Köpek saldırınca eşek feci şekilde ürktü ve
çılgınca koşmaya başladı.Peşine takılan köpeğe çifte atarken kadın bir
kenara savruldu ve başını taşlara çarparak kendinden geçti. Kadının durumunu
gören çocuklar korkup,kavun falan almadan oradan kaçıp gittiler. Eşek iki
gün sonra ıssız bağların arasında otlarken bulundu.Heybe ise kayıptı.
Bu hikayeyi bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KARLI ORMANDA YAŞANMIŞ İNANILMAZ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:12)

Yenişar'da eskiden ocaklarda ve sobalarda sadece odun kullanılırdı. Kömür
bilinmezdi.Kış yaklaşınca her evde kağnılara öküzler koşulur,ormana odun
getirmek üzere yola çıkılırdı.Yaş odun kesinlikle yasaktı. Gidenler kuru
odun (daha çok ardıç, ladin, meşe) yükleyip getirirlerdi.
Yukarı Mahalle'den Kara Ahmet ve Ali Osman komşu idiler. İşlerinde hep
birbirlerine yardım ederlerdi.Yaz sonuna doğru da birlikte Aydın'a çalışmaya
gitmişlerdi.
O yıllarda bazıları Aydın yöresine gidip;oradaki çiftliklerde
pamuk,narenciye, incir vb.ürünleri toplama işinde çalışırlardı. Hasat
bitince dönüşlerini de Eğridir'den drekt orman yoluna dalıp,yayan yapıldak
Pınargözü mevkiinden patika ve tehlikeli yolları takip ederek Yenişar'a
ulaşırlardı. Cüzdanlarında yemeyip içmeyip biriktirdikleri az bir para,
sırtlarında bir pamuk yorgan ve ellerinde bir sepet olurdu.Eve vasıl
olduklarında eşe dosta sepette getirdikleri portakal ve incirden birer
ikişer hediye ederlerdi.
Ahmet ve Ali Osman Aydın'dan geç döndüklerinden odun getirme işini
geciktirmişlerdi. Dönüşlerinden birkaç gün sonra bir sabah erkenden
kağnılarına öküzlerini koşup yola çıktılar. O sene kar erken yağmıştı.Yolda
ilerledikçe kar kalınlaşmaya başladı. Ama dönmek yoktu. Odunsuz kış
geçiremezlerdi.Ormanın derinliklerine doğru gidebildikleri kadar gittiler.
Kar ayak bileklerini geçmeye başlamıştı. Sonunda odunların olduğu yere
ulaştılar. Kağnıları uygun bir kenara çekip odun toplamaya koyuldular. Biraz
sonra havaya bir sis çöktü ve ince ince kar yağmaya başladı.Derken etraftan
bir takım hayvan sesleri kulaklarına geldi.Dikkatle dinleyince bunların kurt
ulumaları olduğunu anladılar. Adeta kanları doldu. Ne yapacaklarını
şaşırdılar.Alelacele ne odun yükleyebildilerse sarıp hemen yola çıkmaya
davrandılar. Tam hareket etmek üzereydiler ki yandaki ağaçlık tepeden büyük
bir kurt sürüsünün üstlerine doğru koşarak geldiğini dehşetle gördüler.Hemen
en yakındaki ladin ağacına tırmandılar. Kendileri emniyetteydi ama ya
öküzler?..Kurtlar kesin onları parçalardı..
İki arkadaş ağacın dalları arasında korku ve çaresizlik içerisinde
olacakları beklerken,inanılmaz bir olaya şahit olurlar. Puslu ve kar
çiseleyen gökyüzünden aşağıya bir şeylerin indiğini farkederler. Kurt
sürüsünün bulunduğu yere ''pat! pat!'' diye düşen bu cisimler ne olabilirdi?
Dikkatlice bakınca bu cisimlerin but biçiminde etler olduğunu farkettiler.
Evet emindiler,gökten resmen et yağıyordu.İkisi de az kalsın küçük dillerini
yutacaklardı.Belki de yutmuşlardı, zira uzun süre hiç konuşamadılar. Bir
süre sonra etlerle karınlarını doyuran kurtlar geldikleri gibi geri
dönüp,sisli ormanda kayboldular. Onlar da ağaçtan inip,korku ve şaşkınlıklar
içinde köye döndüler.
Ahmet ile Ali Osman yaşadıklarını herkese anlatırlar. İnsanlar onlara
inanmaz görünürler,ama bu hikayeyi yıllar boyu çocuklarına ve torunlarına
anlatmaktan da geri kalmazlar.
Bu hikayeyi bilen bilir, bilmeyen bilmez.
FRANSIZ TURİSTLERİN DEDEGÜL DAĞI'NA ÇIKIŞININ
SİNSİ AMACI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:11)

Epey zaman önce,bir bahar sabahı kuşluk vakti,Yenişarbademli'deki Dörtyol
Kahvesi önünde oturanlar, harman yeri yönünden gelen bir araba
gördüler.Araba ağır ağır yaklaştı ve kahvenin önünde durdu.Yabancı plakalı
olup, o zamanlar turistlerin yaygın olarak kullandığı eski model bir Cıtroen
idi araç..Kahvedekiler dikkat kesildiler.Arabanınkapıları açıldı ve biri
kadın diğeri erkek iki kişi indi.'' Bunlar turist!..'' sesleri yükseldi
kahveden.Gerçekten Fransız turistlerdi bunlar..Bizimkiler ''Hoşgeldiniz''
dediler ve kahveye buyur ettiler. Birer de çay ısmarladılar. Çaylar
yudumlanırken konuşmalar da başladı. Erkek olanı çat-pat Türkçe
biliyordu.Yanındaki eşi imiş.''Mağarabilimci'' olduklarını ve Dedegül
Dağı'ındaki büyük mağarayı incelemek amacıyla geldiklerini belirtti. Bir
rehbere ihtiyaçları olduğunu ve ücretini de ödeyeceklerini söyledi.Para
lafını duyunca bir genç hemen gönüllü oldu. Turistler Yenişar ve çevresi
hakkında bilgiler aldılar..Kalın bir botanik kitabını açıp, bazı çiçek
resimleri göstererek,onlardan bu yörede yetişip yetişmediğini sordular.
Köylüler dilleri döndüğünce yabancı misafirleri aydınlatmaya
çalıştılar.Onlar da çok memnun kalmışlar ki,kadın olanı gidip arabadan bir
koli ''Gauloise'' sigarası alıp herkese dağıttı.
İki Fransız daha sonra yanlarına rehberi de alarak yola koyuldular. Bir saat
kadar sonra Dedegül Dağı'nın yakınlarına varınca,rehberden çevre ve dağa
çıkış güzergahı hakkında geniş bilgi alıp,ücretini ödeyerek onu geri
gönderdiler.Arabayı gözden ırak bir yere gizlediler. Daha sonra ellerinde
torba ve çantalar olduğu halde bayır yukarı tırmanmaya başladılar.
İstedikleri noktaya varınca, o gün ve ertesi günü dağda epey
çalıştılar.Geceyi bir kaya kovuğunda tulum içinde geçirmişlerdi. İşlerini
bitirdikten sonra ikinci günün gecesi, Bademli'de kimsenin ruhu bile
duymadan kasabanın içinden geçip gittiler.
Bu iki meçhul yabancı kimdi?..Ne amaçla dağa çıkmışlardı?
İşin sırrı şuydu: Bunlar söyledikleri gibi mağarabilimci değil, botanikçi
idiler. Son derece nadide ve nadir bir çiçeğin peşindeydiler.O çiçek
KARDELEN
idi..Bilimsel adı ''Galanthus'' olan bu değerli bitki dağlarda yetişmekte
olup, ilkbaharın başında, üstündeki karın erimesini bile beklemeden süt
beyazı çiçekleriyle karların altından boy verirdi.Soğanı Avrupa'da çok
değerliydi. Ülkemizde yurt dışına çıkarılması yasaktı. Demek ki bu kişiler
yasağa rağmen bir yolunu bulacaklardı.
Bu nadide çiçekten Dedegül Dağı'nın kuzey yamaçlarında bol miktarda
bulunuyordu. Fransızlar çiçek soğanlarını ellerindeki özel aletlerle
söküp,torba ve çantalara doldurdular ve karlar üzeriden kaydırarak aşağı
indiler.Ondan sonrası da gayet kolaydı artık.
Biz durumun bilincinde değilken,elin oğlu taa nerelerden gelip,doğamızın
bağrını delik deşik etmiş,nadide çiçeklerimizi söküp götürmüştü..
Bu acı hikayeyi şahit olan bilir, olmayan bilmez.
BAŞ DEĞİRMENDE,
DEĞİRMEN TAŞINI DURDURAN GİZLİ EL
(HüsnüYılmaz-Hikaye
no:10)

Bademlililer,geçimlerini
tümüyle tarımdan sağladığı dönemde,evde un bitince buğday çuvallarını
kağnıya yükleyerek değirmenlerin yolunu tutarlardı.O zamanlar 3 tane su
değirmeni vardı: Baş Değirmen,Söğütlü Değirmen ve Aşağı Değirmen..Bu
değirmenler Belediye tarafından açık arttırma ile icara verilirdi.
En önde geleni olan Baş
Değirmen,Ağıllaca Yaylası'nın hemen bitişiğindeki dik bir bayırda
kurulmuştu. Ağıllaca'yı ortadan kateden bir akarsu,değirmenin dik eğimli su
borusundan (boyla) hızla aşağı akıp değirmenin çarkını çevirir. Bu çark bir
mille yukarıdaki büyük değirmen taşına bağlıydı.
Baş Değirmen'i bir
zamanlar işleten Mehmet Dayı (Keleş),iri yarı vücudu una bulanmış bir
şekilde,buğday çuvallarını kucaklayıp hazneye boşaltırdı.Daha sonra sık sık
taşın homurdanarak öğüttüğü unu eliyle kontrol eder,iri ise daha az buğday
verirdi. Değirmen taşı zamanla aşınıp düzleştiğinden,belli aralıklarla taşı
dişerdi (Çekiçlerdi).
Mehmet Dayı kendi ekmeğini
kendi yapardı.Öğüttüğü unlardan aldığı ''hak'' tan bir miktarını teknede
yoğurup hamura bazlama şekli verir ve ocaktaki sac üzerinde pişirirdi.
Yaptığı bu ekmekleri un öğütmeğe gelen köylülerle oturup yerdi.
Baş Değirmen'in üst
tarafında yer alan Ağıllaca'da köy çocukları hayvan otlatırdı.Burası akan
çay ve yeraltından sızan sular nedeniyle bol yeşil otlarla kaplı olduğundan,
köyün bir kısım hayvanları (sığırlar ve birkaç manda) buraya
getirilirdi.Yazın çok sıcaklarda sığırları ''gici tutar'' ve can havliyle
koşarak erkenden köye dönerlerdi.Mandalar (camız) için böyle bir durum söz
konusu olmadığından (suya yatarlardı),Ağıllaca'da sadece camız güden çocuk
kalırdı.
Bu çocuk yapayalnız
kaldığı bir gün (azığını erken yediğinden) çok acıkmıştı.Değirmende Mehmet
Dayı'nın ekmek yaptığını biliyordu.''Belki yapar da ben de yerim'' umuduyla
değirmene gitti.İçerde değirmenci 2 köylü ile birlikte oturmuş yemek
yiyorlardı. Çocuk kapı açıklığının bir kenarına ilişti.Yemektekiler ona
şöyle bir göz atıp kısa zamanda yemeklerini bitirdiler.Çocuğun bakışından aç
olduğu apaçık belli idi ama aldıran olmadı.Oysa değirmenci bir ekmek daha
yapabilirdi,zira yanda duran teknede yoğurulmuş hamur vardı.Değirmenci ve
diğerleri kalkıp işe koyuldular. Çocukta boynu bükük bir şekilde sessizce
oradan ayrıldı.
Değirmen taşında bir
anormallik olmuştu.Kah duruyor,kah acaip homurtular çıkararak
dönüyor,buğdayları yarım yamalak eziyordu.Değirmencinin sürekli
ayarlamalarına rağmen bir türlü düzen tutmuyor,un istendiği şekilde
çıkmıyordu.Sanki gizli bir el herşeyi bozuyordu.'' Taşa nazar değdi Mehmet
Dayı!..'' dedi bir köylü.'' O çocuk uğursuzluk getirdi!..'' dedi diğeri… Ama
o an Mehmet Dayı'nın kafasında bir şimşek çaktı..Olayı kavramıştı..''Koşun,
getirin o çocuğu!..'' diye seslendi.Kendisi de değirmeni durdurup,hamur
teknesine yöneldi.Ocağa odun,atıp ekmek yapmaya başladı.
Az sonra çocuk
gelmiş,sıcacık ekmeklerle karnını doyuruyordu.O andan itibaren, değirmen
taşı daha hızlı dönmeye ve apak unlar üretmeye başladı.
O günden sonra Mehmet
Dayı,fırsat buldukça ekmekler yapıp,Ağıllaca'daki çocuklara dağıtmaya
başladı.Yenişar havalisinde de,bu değirmenin öğüttüğü unların çok bereketli
olduğu inancı yayıldı.
Bu yaşanmış olayı bilen
bilir,bilmeyen bilmez.
YETİM
RECEP' İN DÜĞÜNÜNDEKİ GİZEMLİ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:9)

Yenişarlı gençler babalarının hatta dedelerinin düğününü kimlerin yaptığını
biliyorlarmı acaba? Bilen de vardır,bilmeyen de mutlaka..
Bademli'nin ''davulcularından'' bahsediyoruz…Onlar ki 1960'lı
yıllardan itibaren yüzlerce gencin mutlu bir yuva kurmasında en büyük
katkıyı sağlamışlardır.
Bu ekip 3 kişiden oluşmuştur: Lakaplarıyla ifade edecek olursak; Çangal Rıza
(davul), Hebil Hüseyin (davul) ve Çoban Osman (zurna)..
Bu üçlü TRİO yalnızca davul-zurna çalmazlar,aynı zamanda ''saz ekibi''dirler.Düğün
geceleri Hebil Hüseyin saz,Çangal Rıza cümbüş ve Çoban Osman def-davul
çalıp,türküler söyleyerek halkı eğlendirirlerdi.
Bu ekip türlü türlü davul havası icra ederdi.Örneğin bir normal ritimde
çalışları vardı. Ama ''güvey okşarken'' zurna ve davulların ayrı bir çalışı
söz konusudur.Gelini kız evinden alıp giderken ise çok hızlı bir tempo ile
çalarlardı. Düğün bitince,oğlan evinin önüne davullar yatırılır ve halk
davulların üzerine bahşiş bırakırdı.
O zamanlar Recep adında fakir mi fakir bir çocuk vardı. Babası yoktu.Kışı
ince bir giysi ile geçirir, bazen doğru dürüst bir pabuç bile bulamazdı.
İlkokulda okurken arkadaşlarının verdiği kalem defterle idare ederdi.Ama çok
sevecen, gözleri zekice parlayan, mert bir çocuktu Recep..
Gel zaman git zaman Recep büyüdü ve evlenecek yaşa geldi.Akrabalarından bir
kız bulup masraflarını zar zor denkleştirerek nişanlandı.
Düğün günü gelip çatınca Recep parasızlıktan ne yapacağını şaşırır.Kız
tarafı ise düğünün bir an önce yapılması için sıkıştırmaktadır.
Recep'in, en önemlisi ''davulcuları'' ayarlaması gerekmektedir.Kahvede Rıza
Dayı'yı bir köşeye çekip,düğün yapmak istediğini ama onlara verecek bir
kuruşunun olmadığını ifade eder.'' Benim için hayırına çalın'' der.Rıza dayı
hemen cevap vermez.Ertesi gün arkadaşlarına danışır ama sonuç
olumsuzdur.Recep'e red cevabı verilir. Genç delikanlının dünyası başına
yıkılmıştır. Çaresizlik içerisinde kıvranmaktadır.
Ama sonrasında 3 evde yaşanan garip ve korkutucu olaylar herşeyi
değiştirir.Şöyle ki: Bir gece yarısından sonra Çangal Rıza ve Hebil
Hüseyin'in evindeki davullar kendi kendine çalmaya başlamışlardır. Aynı olay
Çoban Osman'ın zurnası için de geçerlidir.
Ertesi sabah üç arkadaş buluşup,gece yaşadıklarını birbirlerine
anlatırlar.İşin içinden çıkamayınca da bir hocaya giderler.Hoca onlara,''Bir
gencin isteğini reddetmişsiniz. İsteği içinde ukde kalmış ve hayali gelip
sizin aletleri çalmış'' der.Bizimkilerde jeton düşer.
Bir hafta sonra Bademli'de davullar gümbür gümbür çalar.Çoban Osman
zurnasını bütün gücüyle üfler. Recep evleniyordur..
Bu inanılmaz olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
FORD KAMYONUN BADEMLİ'YE GELİŞİNİN PERDE
ARKASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:8)

Bademli Belediyesi'nin adeta efsaneleşmiş Ford kamyonunu hatırlamayan
yoktur. Bu açık mavi renkli 5 tonluk kamyon ,1950'lerin sonunda Amerikan
Marshall yardımı çerçevesinde Türkiye'ye hibe edilen yüzlercesinden biridir.
Bu cefakar Ford ne hizmetler görmüş,başına neler gelmiş saymakla bitmez.Bu
kamyon Yenişar'a adeta hayat vermiş,medeniyet getirmiştir.Çoğu yaşlı insan
hayatında motorlu vasıta olarak ilk kez onu görmüştür.
Bu kamyonun, sağlam yapısı ve güçlü motoruyla Yenişar ovası ve dağ
yollarında lastik izini bırakmadığı bir karış yer kalmamıştır
denilebilir.Sadece Belediye'nin resmi işlerinde kullanılmamış,hergün sabah
akşam Ş.Karaağaç Bademli arasında yolcu taşımış; kah dağdan sırtında tomruk
indirmiş,kah Göl'den kum çekmiş,kah ev inşaatlarına taş taşımıştır.Ayrıca
yaz mevsiminde o çilekeş kamyonu bozuk tarla -bahçe yollarında devasa
ekin,ot yükleri altında adeta inleyerek yol aldığını, ama hiç pes etmediğini
görürdünüz.Kasabanın acemileri şoförlüğü o kamyonda öğrenmişlerdir.Bazı
sürücüler onu hor kullanmış,hatta bir tarihte Yenice yolunda da
devirmişlerdir.
Bir yere giderken yolcular onun hep ''şoför mahalli'' ne binmek
istemiştir.Orada seyahat etmek (uçaklardaki VİP yolcuları gibi) bir
ayrıcalıktır.Bu nedenle 3 kişilik olan bu mahalle bazen 5 kişi sıkış sıkış
binerler,ama hiç rahatsızlık hissetmezlerdi.
Bu güzel kamyona duyulan hayranlıktan olsadır ki,o sıralar bir söz icat
olunmuş,ağızlara adeta sakız olmuştur; ''Alırsın bir Ford,olursun bir Lord!''
Bu kamyonun Bademli'ye tahsisi sırasında Bademlililerin bilmediği bir olay
yaşanmıştır. Şöyle ki: Amerikan yardımı kesinleşince devlet hangi gelişmemiş
yörelerdeki kasabalara kamyon tahsis edileceğini belirlemiştir.Araçlar
Türkiye'ye teslim edilince de,bu liste doğrultusunda Valiliklere sevk
edilmiştir.
Isparta Valiliği diğer belediyeler gibi Bademli Belediyesi'ne de bildirimde
bulunarak,aracın gelip teslim alınmasını istemiştir. Bu haber Bademli'de
bayram havası yaratmış,Belediye yetkilileri hemen yola çıkmışlardır.Ama
heyet orada bir sürprizle karşılaşmış,adeta şoke olmuştur.Listede geçen
kasaba adı ''Y.Bademli'' dir,ama açılımı ''Yaka Bademli'' dir.Yenişarlılar
duruma itiraz ederler,ama nafile..Yaka Bademlililer kamyonu alır
giderler..Bizimkiler pel perişan ortada kalmışlardır..Yenişar' a ne yüzle
döneceklerdir?.. Derken Belediye Reisi Mahmut Gilik'in aklına siyaset yolunu
denemek gelir.Hemen Isparta Milletvekili Sadettin Bilgiç'i arar.Durumu ona
izah eder.''Koca Reis'' namlı Sadettin Bilgiç olayla yakından
ilgilenir.Giden kamyona el koymaya çalışır ama bu defa diğer Milletvekili
Mustafa Gülcigil araya girer,giden kamyon geri gelmez.Ama Koca Reis bu işin
peşini bırakmaz,ŞKaraağaçlı olduğu için Bademlilere bir kamyon çıkartmayı
başarır.
Ford,Bademli'de davul zurna ile karşılanır.
Bu meşhur kamyon böylece,Yenişar'ın tozlu topraklı yollarında çeyrek yüzyıl
sürecek serüvenine başlamış olur.
RAGIP HOCA' NIN KEHANETİ
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:7)

Yenişar'ın yakın tarihinde
ilim-irfan adamı olarak ilk sahneye çıkan şahsiyet Ragıp Hoca (Cevher) dir.
20 yıllık bir tahsil hayatından sonra Müderrislik,Nahiye Müdürlüğü,İmamlık,
Öğretmenlik ve Ziraat memurluğu yapmış olan bu zatın öyle güçlü şiirleri
vardır ki,liselerdeki edebiyat kitabına konulsa yeridir. Bademli'de 1936'da
5 sınıflı ilkokulun açılışı münasebetiyle yazdığı ''Yenişar'' şiiri, ayrıca
''Yenişar'ın Yayla Suları'', ''Yenişar'da Bağ Alemi'' ve ''Bademli'de Okul
Bahçesi'' şiirleri başlı başına edebi klasik eser hüviyetindeki dizelerdir.
Ragıp Hoca yaşadığı sürece
hep ilim irfanla meşgul olmuş,kendini Bademli halkının irşadına
adamıştır.Gelecek nesiller için çok ümitli olmasa da bir gün çok yakını olan
bir zata bir işarette bulunmuştur. Bu işaret 10 yaşında bir çocuğa yönelik
idi. Daha açıkçası bu çocuğun ilerde büyük adam olacağı ve yenişar kültürüne
büyük hizmette bulunacağı kehanetinde bulunmuşur. O sırada bu kehanet pek
dikkate alınmamış, olay unutulup gitmiştir.
Ragıp Hoca'nın işaret
ettiği bu çocuk kimdi?
Bu çocuk,Veli adında
çelimsiz,uzunca boylu,koca gözlü,avurtları çökmüş bir garip insancıktı.
70 yıl önce bu gariban
çocuğa destek ve ''el veren'' Ragıp Hoca haklı çıkmış; o çocuk bugün
eğitmen,araştırmacı yazar,daha da önemlisi büyük bir kültür adamı olmuştur.
Bu zat VELİ KARACA'
nın ta kendisidir..
Köy Enstitüsü'nden mezun
olan Sayın Karaca (bizim de ilkokul hocamızdır), okulda laboratuvar
kurup,uygulamalı eğitimler yapan bir öğretmen idi.Talebelerini çok
severdi.Bitmez tükenmez bir enerjiye sahipti.Hayatta ilerleme kaydetmiş
talebeleri,onun kazandırdığı eğitsel temeller sayesinde başarılı
olmuşlardır.
Muhterem Hocamız emekli
olduktan sonra kendini Yenişar folklörünü,tarihini ve kültürünü araştırmaya
vermiş,çok değerli eserler yazmıştır.(Yukarıda zikrettiğimiz Ragıp Hoca'nın
şiirlerini, onun YENİŞARDAN YANKILAR kitabından aldık.)
Umudumuz odur ki,bu koca
çınar (tıpkı diğer çınarlar gibi) bir asırı devirir.
Bu ''Bilge Adam'' ın
değerini bilen bilir,bilmeyen bilmez.
BADEMLİ'DE GÜLCÜLÜĞÜN BİTİŞİNDEKİ GİZEM
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:6)

Bademli'de
bir zamanlar bağ bahçeler arasında dolaşırken burnunuza harika gül kokuları
gelirdi.Katmer katmer açan bu güller gülyağı için yetiştirilirdi.Özellikle
Savak'ın alt tarafında,Çürükkoz'da,Kızıl Tarla Yolu'nda ve daha bir çok
yerde gül bahçeleri vardı.
Kadınlı erkekli gül toplayıcıları şafakla birlikte bahçeye gelir,ellerine
dikenlerin batmasına aldırmadan tabak gibi açmış gülleri koparıp,eteklerine
veya sepetlere doldururlardı. Toplayıcıların gözleri güllerde iken,
kulakları da sabah müziği olarak bülbüllerin ötüşlerine odaklanırdı.
Gülcülüğün yaygın olduğu bu devirde anne babalar kızlarına
''Güllü,Gülşen,Gülten, Gülbahar,Gülay,Gülcan,Gülperi..'' gibi adları
koyarlardı.
Bahçelerde sadece kırmızı gül değil,mis gibi kokan ''akgül'' de yetişirdi.
Geçimini gülyağı üretimine bağlamış aileler zamanla bu işten soğumaya
başladılar, Anlayamadıkları bir sebeple verimin azalması,ayrıca gül
hasatının ve gülyağı çıkarmanın meşakkatli bir iş olması nedeniyle yavaş
yavaş gülcülüğü terketmeye başladılar.
Son üretici de Asım Dayı (Arıkan) idi..Savak'taki bahçesine imbiği
vardı.Kazanına kilolarca gül atıp işlemden geçirir,sonunda bol miktarda
gülsuyu,gram mertebesinde de gülyağı elde ederdi.Üretim bitince,Asım Dayı
gülyağı şişesini özenle sarıp sarmalayarak, satmak üzere Isparta'nın yolunu
tutardı.
Bademli'de gülcülüğün bitişinin perde arkasındaki asıl neden neydi? Bunu hiç
kimse derinliğine araştırmadı.Olayın gizemi şuydu:
Bilindiği üzere gül ve bülbül hep birlikte anılırlar.Bu
birliktelik;hikayelerde,şiirlerde ve efsanelerde çok geniş yer bulmuştur.Bu
ilişkiyi sadece romantik bir ilişki olarak değil, ilmi bir gerçek olarak
görmek gerekir.Gül denince İran'ın Şiraz yöresi akla gelir.Bu konuda meşhur
filozof Şirazlı SADİ,''Bülbülün olmadığı yerde güller diken olur''der.
İşte Bademli'de de güllerle bülbüllerin birlikteliğine darbe vurulmuştur.Bu
darbeyi o yıl Yenişar'ı sürüler halinde istila eden kuzgun,atmaca ve
baykuşlar vurmuşlardır.Bu yırtıcı kuşların kimi gece,kimi gündüz avlanarak
güzelim bülbülleri yok etmişlerdir,Bülbüllerini kaybeden güller her yıl daha
az açar olmuştur.Bahçelerde verim çok düşünce de gül fidanları sökülmüştür.
Bu sırrı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KAYMAKAM BEY' İN GÖZ YAŞLARININ SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:5)

Bademli'nin nahiye olduğu dönemde Ş.Karaağaç Kaymakamı'nın kasabayı ziyaret
edeceği haberi gelir. Nahiye Müdürü ve Belediye Reisi (Mahmut Gilik)
hazırlık yaparlar.Kaymakam Belediye önünde (Camiönü) halka hitap
edecektir.Belediye'nin önüne bir masa atılır ve halktan gelebilenler burada
toplanır.
Öğleye doğru ufukta 2 jeep belirir.O zamanki şose yolda tozu dumana katarak
yaklaşırlar ve Belediye binasının yakınında dururlar.Öndeki jeep'ten
Kaymakam, arkadakinden jandarmalar iner.Nahiye Müdürü,Belediye Başkanı ve
diğer hazır bulunanlar,misafirlere ''hoşgeldiniz'' derler.
Biraz dinlendikten sonra Kaymakam Bey masanın başına geçer ve mikrofon
olmadığı için yüksek sesle Bademlililere hitap etmeye başlar.Konuşmanın
konusu; nahiyenin sorunları,ilerleme,gelişme vs dir.
Kaymakam Bey konuşmasını sürdürürken birden yoldan tomruk yüklü kağnılar
geçmeye başlar. Tekerlek sesleri,kağnıcıların öküzlere bağırışları
Kaymakam'ın sesini bastırır.Kaymakam Bey konuşmasını keser ve ''Durdurun şu
geçen kağnıları!'' diye ilgililere seslenir.Belediye Reisi,hizmetli Mustafa
Çavuş'a,gidip kağnıları durdurması için talimat verir.Mustafa Çavuş koşarak
gider ve kağnıcılara gereken uyarıyı yapar,ama nafile… Biraz duraklayan
kağnılar tekrar hareket eder. Buna sinirlenen Kaymakam, hışımla yerinden
fırlar ve bir kağnının başındaki gencin karşısına dikilir. Topluluk uzaktan
olacakları heyecanla izlemeye başlar. Kağnıcı,genç bir delikanlı olan
Süleyman'dır. Herkes Kaymakam'ın gence bağırıp çağırmasını beklerken,garip
bir durum ortaya çıkar; Kaymakam gencin karşısında adeta donmuş kalmış, ona
garip garip bakar olmuştur. Genç Süleyman'da yutkunuyor, kendisine dikkatle
bakan Kaymakam'a ne diyeceğini bilemiyordu. Az sonra Kaymakam'ın gözleri
yaşarır, cebinden mendilini çıkarıp gözlerini siler ve delikanlıya ''Devam
et yavrum!'' diyerek yol verir.
Topluluk şaşkındır..Kimse Kaymakam'a bir şey soramamaktadır.Ama toplantı
sonrasında kabak bizim Süleyman'ın başında patlamıştır.Herkes onun Kaymakamı
üzecek birşey söylediği inancındadır.İfadesi alınmak üzere karakola bile
çağırılır.
Olayın perde arkasındaki sır,çok sonraları anlaşılır.Kaymakam'ın gönlünü
almak isteyen Nahiye yetkilileri onu Pınargözü'ne davet ederler.Davete
icabet eden Kaymakam'a samimi bir ortamda o gün niçin ağladığı
sorulur.Kaymakam Bey;genç Süleyman'ın tıpatıp vafat eden oğluna benzediğini
farkedince kendini tutamadığını ifade eder. Oğlu,sevgilisinden ayrıldığı
için intihar etmiştir.
Bu olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
TAHTA MİNARE' NİN SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:4)

Camiönü'ndeki şimdiki
caminin yerinde eskiden ahşap bir cami,bitişiğinde de 2 şerefeli yüksek
tahta bir minaresi vardı.
Bu minare rüzgarlı
havalarda derin gıcırtılar çıkararak sağa sola sallanırdı.Kuvvetli
rüzgarlarda yıkılmasın diye de 4 trafından zincirlerle aşağıdaki delikli
taşlara bağlanmıştı. Camiönü'ne inen yabancıların ilk dikkatini çeken şey bu
ilginç minareydi. Ramazanda şerefelerine kandiller asılırdı.Ezan okumanın
dışında,Belediye tellalı Mustafa Çavuş buradan ''Komşulaaar!''diye
seslenerek duyuruları halka iletirdi.
Bu tahta minare hakkında
çok şeyler söylenmiştir. Minareden geceleri uğultular geldiğini iddia
edenler olmuştur..Minareden yayılan uğultu ve gıcırtıları bazı yaşlılar bir
ayrılığa bağlamaktadırlar.Onlara göre ormandaki ''4 kardeşler'' çam grubunun
beşincisidir minarenin ortasındaki direk.Kesilip kardeşlerinden ayrıldığı
için inlemektedir.
Bahsettiğimiz eski caminin
imamı Halis Hoca'dır. Bademlililerce çok sevilen dürüst bir zattır. Bir
tarihte alacakaranlıkta sabah ezanını okumak için minareye çıkması
gerektiğinden, minarenin kapısını açınca içeriden yarasa ve garip hayvan
seslerine benzer sesler çıkararak bir takım cin-peri şeklinde varlıkların
dışarı fırladığına şahit olmuştur. Çok korkmuş ve ondan sonra hiç minareye
çıkmamış, ezanlarını minarenin dibindeki yüksek yerden okumuştur.
Birkaç yıl sonra
Camiönü'nde evleri olan bir çocuk uykusu kaçıp pencereden baktığında,
minarenin kapısının arka arkaya açılıp kapandığını görmüştür. Bir ara
minarenin şerefelerinde beyaz giysili silüetler farketti. Korkudan küçük
dilini yutacaktı. Biraz sonra yan sokakta bir karartı belirdi. Uzun boylu,
aksayarak ve sağa sola sallanarak koşup gelen pejmürde kıyafetli birisi idi
bu… Çocuk dikkatli bakınca onun akıl hastası olan ve halkça ''Deli Hasan''
denilen genç olduğunu anladı. Hasan koşarak cami avlusundan girdi ve
minarenin kapısını açıp gözden kayboldu.
Çocuk bu defa gözlerini
minarenin şerefelerine dikip olan biteni çözmeye çalışıyordu. Az zaman sonra
Hasan'ın silüetini de üst şerefede farketti. Daha sonra minareyi sisler
kapladı ve gördüğü varlıkların Dede Koruluğu'na doğru uçup gittiklerine
şahit oldu.
Ertesi gün Hasan'ın
kaybolduğu haberi etrafa yayıldı. Herkes bu hasta genci aramaya çıktı. Onu
yakındaki bir tepenin dibinde ölü olarak buldular.Yüzü gülüyor, kollarını
uçar gibi açmış bir şekilde sırt üstü yatıyordu.
Bu garip hikayeyi bilen
bilir,bilmeyen bilmez.
DEMİRCİ MEHMET EFE'NİN YENİŞARI BASMAMASININ SIRRI
(Hüsnü
Yılmaz- Hikaye no:3)

Kurtuluş
Savaşı sırasında Anadolu'da bir takım efeler türemiş, bu efelerin bir kısmı milli
mücadeleye yardımcı olmuş, bir kısmı da kendi başına buyruk olarak halkı soyup
soğana çevirerek zulmetmişlerdir.
Bunlardan
devrin meşhur efesi Demirci Mehmet Efe de kendini halk kahramanı ilan edip adeta
adalet ve düzeni sağlamak için etrafına topladığı asker ve hapishane
kaçkınlarıyla batı illerini kasıp kavurmuştur.
Bir ara
yolu Isparta'ya düşer ve oradan Ş.Karaağaç'a gelir. Her yerde yaptığı gibi
Ş.Karaağaç ve çevresinin ileri gelenlerini yalan yanlış duyumlara dayanarak
sallandırır. Ve nihayet çetesiyle Yenişar'a yönelir. Gedikli'ye kadar gelir ve
orada konaklar.
Yenişar
halkı Efe'nin gelmekte olduğunu duyunca ellerindeki silahları kapıp Göl
kenarındaki yol boyunca mevzilenirler. Korksalar da ne pahasına olursa olsun
Demirci'yi Yenişar'a sokmama azmindedirler. Ama beklenen olmaz, Demirci Mehmet Efe
Gedikli köyünden
geri döner.
Bu
beklenmedik vazgeçişin sırrı nedir? Neden Efe Yenişar'ı basmamıştır? Bu olay çok
çeşitli söylentilere neden olmuş, ama gerçek nedeni Yenişar'lılar hiçbir zaman
öğrenememişlerdir.
Gerçek
neden şudur: Demirci'nin gedikli'de konakladığı günün akşamı, Bademli'deki camide
akşam namazı kılınmaktadır. Caminin en müdavimi, eğitmen ve derin din hocası (hatta
bazılarına göre evliya) olan Hacı Hüsnü Efendi'dir. Cemaat camiyi terk ederken
Hacı Hüsnü Efendi birden gözden kaybolur. Ahbapları onu cami içinde ve dışında
ararlar ama bulamazlar. Herkes şaşkınlık içerisindedir.
Gedikli'in köylülerce büyük hürmet edilen hocası Hacı Tayyar Efendi (ki hacca
deve sırtında Hacı Hüsnü Efendi ile gidip gelmiştir) o akşam Hacı Hüsnü
Efendi'yi evinde misafir ettiğini söylemiştir. Bu inanılmaz vaka Gedikli halkı
tarafından da doğrulanmıştır.
Sabah
olunca hacı Hüsnü Efendi beyaz cüppesi, beyaz sarığı ve beyaz sakallarıyla köy
odasında konaklayan Demirci'nin karşısına çıkar. Efe ile aralarında ne
konuştukları halen bir sırdır. Bu konuşmadan sonra Efe kızanlarını toplayıp geri
dönmüş ve böylece yenişar'ın 6 pare köyü büyük bir beladan kurtulmuştur.
Hacı
Hüsnü Efendi o gün akşama doğru bir atlı yaylı araba içerisinde Bademli'ye döner ve bu
konudan hiç kimseye bahsetmez.
Bu sırlı
olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KURUCAOVA-BADEMLİ ÇATIŞMASINDAKİ SIR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:2)

Bilindiği üzere
Malanda Yaylası'nda Kozluca (Gozulca) adıyla anılan bir su kaynağı vardır. Bu
su kaynağı Kurucaova ile Bademli arasında (sınırda olması nedeniyle) hep
sürtüşme konusu olmuştur. Her iki kasaba da bu suyun kendilerine ait olduğunu
iddia ederlerdi.
Sonunda olanlar
oldu... Yıllar önce, kötü kişileri kışkırtmasıyla aralarında çatışma çıktı. Kurucaovalılar
tarafından Geriş mevkiinde yangınlar çıkartıldı. Bazı Bademlili gençler
dövüldü. Ve en kötüsü Malanda tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Sanki Türklerle
Yunanlılar karşı karşıya gelmişti.
O gün akşama
doğru Bademli sokaklarında öfkeli insan grupları toplanmaya başladı ve
herkes evlerine dağılıp tüfek, sopa, balta, tırpan velhasıl kavga için ne
bulabildilerse omuzlarına atıp Malanda'nın yolunu tuttular. Kadınlar ve
çocuklar korku içinde
evlerine kapandılar.
O akşam üzeri
yapılan bir girişim az kalsın bir faciaya neden oluyordu. Olay şu: Bir provokatör
Kurucaovalı kişi, Beyşehir Jandarma Komutanlığı'na koşarak,''Yetişin haydutlar
kasabamızı basacak!'' diye ihbarda bulunuyor. Bunu gerçek sanan komutan bir
astsubayı bol silah ve mermilerle Kurucaova'ya gönderiyor. Birlik Malanda'ya
ulaşıp mevzi alıyor.O sırada Kurucaovalıların konuşmasından,karşıdaki
kişilerin haydut değil Bademlili olduklarını öğreniyor. Hemen o sahte ihbarcıyı
tutuklayıp, her iki kasabalı insanları bir araya getirerek feci bir olayı
önlemiş oluyor. Bademlilierin
verilmiş sadakası varmış. Zira az kalsın asker mermileriyle birçok insan
kaybedebilirlerdi. Ama askerin kendilerine kurşun sıkmak için geldiğini hiçbir
zaman öğrenemediler. Barıştırmak için geldiğini sandılar.
Bu sırrı bilen
bilir,bilmeyen bilmez..
ABBAN' IN KİRAZINDAKİ SIR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:1)

Bir zamanlar
Bademli'de Tekke yolu üzerinde solda bir bağ içerisinde meşhur ''Abban Dayı'nın
kirazı'' vardı. Bu ağaç tüm Yenişar'daki kirazlardan önce açar ve kısa sürede dalları alal
kirazlara bürünürdü. Yoldan geçen herkes bu ağaca bakar, ermiş kirazları görünce ağzı
sulanırdı. Bu ağaçla ilgili olarak dramatik bir olay yaşandığını Yenişar'da kimseler
bilmez.
O zamanlar
bahar aylarında Yörükler ovaya (göl kenarına) göç ederlerdi. Güzergahta mutlaka
Bademli'nin içinden geçerdi.Bu göçler Bademli halkı için (özellikle çocuklar
için) görsel bir şölen oluştururdu.Nitekim sıra sıra develer, koyunlar,
sığırlar, kuzular, arkalarında Yörük delikanlıları, genç kızları,
yaşlıları velhasıl tüm Oba çan ve hayvan uğultuları arasında adeta
resmi geçit yaparlardı.
Bu yörükler
Honamlı Yörüğü idi. Obanın ağasının çok güzel ama amansız bir hastalığa tutulmuş olan
Ece adında bir kızı vardı. Bu kızcağız göç sırasında yürüyemez, hep deve üzerinde
seyahat ederdi. Göç ederken Bademli'ye yaklaştığında içini bir sevinç kaplar, kasabanın
girişinde bulunan bir ağaca ulaşmak için sabırsızlanırdı. O ağaç Abban'ın kirazı
idi. Bağın yanına geldiğinde deveyi kirazın dibine yanaştırır olmuş
kirazlardan bir miktar
kucağındaki kaba doldururdu.Yolda bunları afiyetle yer, sapını da atmaz, çiğneyerek suyunu
yutardı. Bu olay birkaç yıl devam etti. Ama bir göç yılında Ece, kiraz ağacını yerinde
bulamadı. Kocamış olan kirazı Abban Dayı kesmişti. Genç kızın dünyası başına
yıkıldı. Büyük bir üzüntüye kapıldı. Zaten ağır hastaydı. Ona adeta can veren meyveden
yiyemeyecekti artık.İlacı kesilmişti.
O yıl
kışlıklarına döndüklerinde,o hayat dolu genç kız,karlı bir gün,gözleri Toros
dağlarının puslu
tepelerine dalmış gitmiş bir şekilde son nefesini verdi.
Bu hikayeyi
bilen bilir,bilmeyen bilmez.
 |