E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com
YENİŞAR'DA YAŞANMIŞ SIR DOLU HİKAYELER
KAYBOLAN DÜĞÜN KAFİLESİ
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:24)
Bademli'de düğünlerin insanların sosyal hayatında büyük yeri vardı. Burada sadece iki insan evlenmez, düğün boyunca tüm kasaba yer, içer,eğlenir, hoşça vakit geçirirdi. Düğün adetleri çoktu. Düğün sahipleri bu adetleri ellerinden geldiğince yerine getirmeye çalışırdı. Ev dışında yapılan etkinlikler arasında çok eskiden at yarışları ve güreşler olurdu. Bunlar daha sonra ortadan kalkmıştır. Onun yerine ''öngül'' denilen dolma tüfeklerle hedefe atış yarışmaları; bir de çocukların katıldığı koşu yarışmaları (ödülü mendil) yapılırdı. (Bu koşu yarışmalarında mendilleri hep toplayan tazı gibi koşan Mahmut adında bir çocuktu.) Düğün sahipleri düğüne çağıracağı akrabayı,eşi dostu ''okuma'' yoluyla davet ederdi. Bu okuma genelde ''şitari'' denen kalıp halinde çizgili bir dokuma bezin karşı tarafa gönderilmesiyle olurdu. Düğün davetiyesi bastırma olayı elbette yoktu. Düğüne davet sadece Bademli halkına yönelik olmayıp,bazı aileler Hoyran ve Kurucaova'daki dostlarını da çağırırlardı.Düğün günü bu köylerden gelenler davulcular eşliğinde Bademlinin girişinde karşılanırdı. Bir tarihte yaşanan garip bir olay düğünün tüm tadını kaçırmış, kimse bu işin sırrını çözememiştir. Olay şöyle gelişmiştir: Bademli'de eşraftan bir düğün sahibinin çevre köylerde epeyce eşi dostu vardı. Büyük oğlunun mürüvvetini görme heyecanını onlarla da paylaşmak ister ve Hoyran ile Kurcaova'dan belli sayıda kişiye okuma gönderir. O zamanlarda Hoyran ile Bademli arasında Çayır mevkiinde bir sınır anlaşmazlığı ortaya çıktığından iki köy arası biraz ''limoni'' idi. Buna rağmen düğün sahibi belki ilişkileri yumuşatır umuduyla Hoyranlıları düğüne özellikle davet etmişti. Düğün günü gelip çatar. İlk günün sabahı Hoyranlı kafile köprü altı mevkiinde davullar eşliğinde karşılanır. Hoyran kafilesinde başta Şakir Çavuş olmak üzere 7 atlı bulunmaktadır. Kafileye ''hoş geldiniz'' denip düğün evine yollanır. Daha sonra aynı uygulama mezarlık mevkiinde Kurucaovalılara yapılır ve karşılama ekibi Kurcaovalı misafirlerle birlikte köye döner. Dönerler dönmesine ama düğün evinde garip bir durum yaşanmaktadır.Zira Hoyranlı kafile ortada yoktur. Düğün sahibi karşılayıcılara hemen Hoyran kafilesini sorar.Davulcular ve karşılayıcılar ilk önce yolda Hoyranlıları karşıladıklarını anlatırlar. Ama nerededir bu insanlar?..Herkes birbirine sormakta, her kafadan bir ses çıkmaktadır. Belki yolu şaşırmışlardır deyip kasabanın dört bir tarafına adamlar salarlar ama nafile.. Hoyranlı kafile sanki yer yarılmış içine girmiştir. Olayı bir sır perdesi örtmüştür. Ama Bademli'de sadece bir kişi işin iç yüzünü bilmektedir. Bu kişi Hacının Osman'dır. O gün sabah Hoyranlıların geldiğini evinin penceresinden görmüştür. Kafilenin en önünde kır atının üzerinde ilerleyen Şakir Çavuş onun eski ahbabıydı. Pencereyi açıp onlara seslendi. Olayın bundan sonrası meçhuldür. O gün ne olup bittiğine dair ne Hacının Osman'dan,ne de Şakir Çavuş ve arkadaşlarından kimseye birşey söylenmemiştir.
LAMBANIN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:23)
Yenişarbademli'de,elektrik gelene kadar halkın gece hayatı çok sıkıntılı geçerdi. Geceleri evlerde yaygın olarak gaz lambası,bazı fakir ailelerde de ''idare lambası'' kullanılırdı. Bunların yanında dışarıda meşaleden de (çıra) yararlanılırdı. Ama akşamları hayvanları için ot-saman almak üzere samanlıklara çıra yakarak inen bazı tedbirsiz insanlar büyük yangınlara sebep olurdu. Kahvehanelerde lüks yakılırdı. Ramazanda minarelere kandiller asılırdı. Gece sokağa çıkan erkeklerin elinde pilli el lambaları olur, kadınlarsa komşu ziyaretlerine el feneri ile giderlerdi. Yıllar yılları kovaladı..1960 yılına gelindi.Mayıs'ın 27'si.. Türkiye'de siyasi düzen büyük darbe yedi.İhtilal olmuştu.. Askeri bir darbe ile Demokrat Parti iktidarı alaşağı edildi.Başında Cemal Gürsel'in bulunduğu ''Milli Birlik Komitesi'' ülkeyi yönetmeye başladı. Başbakan Adnan Menderes ve DP ileri gelenleri Yassıada'ya götürülüp yargılanmaya başladı. İhtilalin ardından Türkiye'nin her tarafında olduğu gibi,Bademli'de de sokaklara ve kahvehanelere Milli Birlik Komitesi'nin afişleri asıldı.Renkli afişlerde başta Cemal Gürsel olmak üzere,38 kişilik subay kadrosunun resimleri görülmekteydi. 1 yıl sonra Yenişarbademli Belediyesi sokakları gaz lambası ile aydınlatma kararı almıştı.Bu amaçla işlek sokakların belli noktalarına camlı dolaplar yerleştirildi. İçerisine de gaz lambaları konuldu. Belediye hizmetlisi Mustafa Çavuş, her akşam bu lambalara gaz koyup yakıyor,gece 23.00 sularında da gelip söndürüyordu. İlk yaktığı lamba Camiönü'ndeydi ve belediye dükkanlarının meydana bakan cephesine yerleştirilmişti.Bu ''1 numaralı lamba'' nın hemen üstündeki camekanda Milli Birlik Komitesi'nin afişi yer alıyordu.Lamba yakılınca afişte aydınlanıyor,meydanın her yanından farkediliyordu. Sokaklara lamba konulması halkı memnun etmişti. Zira geceleri sokaklar tuzaklarla doluydu. İnsanlar kah bir çukura basarak,kah ayağı bir taşa takılarak düşme tehlikesi atlatıyorlardı. Ayrıca karanlığın kadınlar,çocuklar ve yaşlılar için korkutucu bir tarafı vardı. Bütün bu sıkıntılara lambalar bir nebze de olsa ilaç oluyorlardı. Lamba düzeni Mustafa Çavuş'un fedakarane çabalarıyla sürüyordu. Ancak bir tanesinde belli bir tarihten sonra sorun yaşanmaya başlandı. Bu ''1 no'lu lamba'' idi. Mustafa Çavuş'un bu işe aklı ermedi. Karşılaştığı durum karşısında ne yapacağını şaşırdı. Olay şuydu: Her akşam ilk yaktığı 1 no'lu lambanın kısa sürede söndüğünü farketti. Gece yarısı lambayı söndürmeye geldiğinde bu lambanın daha önce söndüğünü ve gaz haznesinde de hiç azalma olmadığını görüyordu. Bu işte bir gariplik vardı. Birisinin gelip lambayı söndürmesi düşünülemezdi. Rüzgar da söndüremezdi zira camlı muhafaza içerisindeydi. Cami önünden geçenler bu lambanın yanmaması ile ilgili olarak belediyeye şikayette bulunuyorlardı. Oysa Mustafa Çavuş ilk önce bu lambayı yakıyordu. Bu duruma bir anlam veremiyordu. 1 no'lu lamba sanki ''Alaaddin'in Lambası'' gibi sihirli bir hal almıştı. Aslında olayın sihirli bir yanı yoktu ama bir sırrı vardı. Neydi o sır,o gizem?.. Lamba neden kısa sürede sönüyor,adeta ışık vermek istemiyordu. Kimsenin bilmediği sır şu idi: Camiönündeki 1 numaralı lambanın sorun çıkarmaya başlama tarihi tamı tamına 17 Eylül idi..17 Eylül 1961 Adnan Menderes'in idam ediliş tarihiydi. O tarihe kadar pırıl pırıl ışık veren lamba,o tarihten sonra arkasındaki Milli Birlik Komitesi afişini aydınlatmak istemiyordu. Zira Adnan Menderes,bu komitenin başkanı olan Cemal Gürsel'in onayıyla idam edilmişti. 1 no'lu lamba adeta idam kararına isyan ediyordu.Olayın perde arkasında yatan gizem buydu..
MANDANIN VEFASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:22)
Manda ya da camız denilince,Yenişar'da sadece Hoyran (Gölyaka) akla gelir.Köyün gölkenarında olması nedeniyle camızlar sulak arazide,sazaklar içinde otlar ve sıcak yaz günlerinde suya yatarlar. Bademli'de ise sadece iki ailede camız vardı. Bu ailelerden birisi bir tek,diğeri (Halcıklar) birkaç tane camıza sahipti. Tek camızı olan ailenin küçük oğlu,ilkokul yıllarında,sahip oldukları bu hayvanı gütmekle görevlendirilirdi. Küçük çocuk, yazın sabahın erken saatinde kaldırılır, annesi tarafından hazırlanan azık kabını beline sarıp önüne camızı katarak Ağıllaca'nın yolunu tutardı. Bu dişi camız uzun yıllardır ailenindi. Adı ''Arap'' idi. Sütü bol, yoğurdu koyu olurdu. Küçük çocuk bildi bileli bu camızla haşir neşir olsa da ona bir türlü ısınamamıştı. Bunun nedeni de; hayvanın iri yarı ve kapkara görüntüsü, kocaman boynuzları, sert bakışları ve başına buyruk oluşuydu. Çok üstüne varılırsa hayvan hemen boynuzlarını konuştururdu. Çocuğu bir kaç defa da süsmüştü. Bu nedenle camıza ilişkin yaptığı herşey zoraki idi. Köydeki bütün çocuklar camızdan korkardı. File benzettikleri bu hayvanın sütünün içildiğine,etinin yenildiğine pek akıl erdiremezlerdi. Bir yaz günü küçük çocukla camız bir saatlik bir yürüyüşten sonra Ağıllaca'ya vardılar.Camız, Ağıllaca'nın ortasından geçen (Başdeğirmen'i döndüren) suyun etrafa taşarak yeşerttiği sazlıkta otladı,öğleyin sıcak bastırınca da oradaki havuz gibi olan çamurlu su birikintisine yattı..Güneş Dedegül dağına doğru yaslanınca sıcak kırıldığından homurdanarak sudan çıkıp,tekrar otlamaya koyuldu. Ama o gün hava bir başka sıcaktı. Koca alanda da hiç kimsecikler yoktu.Zira tüm sığırları ''gici'' tutmuş, onları güden çocuklarla birlikte köye dönmüşlerdi. Ağıllaca'da bir tek küçük çocukla camızı kalmıştı. Çocuk böyle durumlarda kendini çok garip hisseder, yalnızlıktan korkardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Gün batımına kadar sabretmesi gerekiyordu. Bir an canı çok sıkıldı. Hava almak için yukarıdaki çamlara doğru gezmek istedi. Akarsuyu geçip yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Tam o sırada çamların arasından kocaman bir karaltının kendisine doğru koştuğunu farketti. Bir de ne görsün!..Bu bir boz ayı idi.. Korkudan dondu kaldı. Dönüp can havliyle gerisin geri koşmaya başladı.Amacı kendini Başdeğirmen'e atmaktı. Orada değirmenci ve köylüler vardı. Ama çok koşamadan ayı ona yetişti. Çocuk feryat figan ''İmdat!.. Can kurtaran yok mu!..'' diye bağırıyordu. Ama bir gariplik vardı ortada..Hayvan çok sert davranmıyordu çocuğa..Ne pençesini saplıyor,ne ısırıyordu. Sadece kah kolundan,kah belinden tutup onu ormana doğru sürüklemeye çalışıyordu. Çocuk çıldıracak gibiydi. Feryadı ormanda yankılanıyordu. Tam kendini kaybetmek üzereydi ki uzaktan ''bir dostun'' koşarak geldiğini farketti. O,camızından başkası değildi..Hayvan,gözleri çakmak çakmak olmuş,burnundan soluyarak dört nala yaklaştı ve olanca öfkesiyle ayıya saldırdı. Çocuk bir kenara kaçtı.İri yarı iki hayvan ölümüne bir mücadeleye giriştiler. Kah ayı yerlere seriliyor,kah camız ayının ağırlığıyle dizleri üzerine çöküyordu. Ama Arap kararlıydı. Sivri boynuzları ve güçlü vücuduyla ayıyı darma duman etti.Sonunda ayı pes edip kaçmaya başladı ve ağaçların arasında kaybolup gitti. Çocuk koşarak camızının yanına vardı. Ön ayağı hafif aksıyordu.Canını kurtaran kahraman camızına sarıldı. Her ikisi bir an göz göze geldiler.Çocuk,kendisine soğuk davranan camızının aslında onu çok sevdiğini anladı. Arap'ı şefkatle okşadı. Bu olaydan sonra küçük çocuğun babası camızı satmaya karar verdi.Arap,gölün karşı tarafında yer alan Kıstıfan (Gölkaşı) köyünden birisine satıldı. Satıldı satılmasına ama yine inanılmaz bir olaya daha imza attı. Satılışında birkaç gün sonra,koca Beyşehir Gölü'nü yüzerek geçip Bademli'ye geri döndü.Ama artık o başkasının malıydı. Sahibine haber verildi ve tekrar götürüldü. Arap'tan bir daha da haber alınamadı.
BASTON KABUSU
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:21)
Hidayet,çocukluğunu Yenişarbademli'de doğa ile iç içe doyasıya yaşayan birisiydi. İlkbaharda bembeyaz duman gibi açmış badem ağaçlarına tırmanır, yazın Çay'da çimer,sonbaharda biçilmiş tarlalarda öküz güder,kışın diz boyu yağan karda kar topu oynar, kızak kayardı. Bu güzelim yıllar çabuk geçti ve askerlik gelip çattı.Acemi eğitiminden sonra dağıtım yeri olarak torbadan Zonguldak'ın Devrek ilçesini çekti. Gidip teslim oldu. Devrek,yeşillikler içinde,ortasından çay geçen şirin bir kasabaydı. Belde turistikti. Hidayet Askerlik Şubesi'nde görevliydi. Şube binası ilçenin dışında olduğundan Devrek'i uzun zaman tanıma fırsatı bulamadı. Nihayet bir gün komutanı onu bir iş için Kaymakamlık'a gönderdi. Hükümet binası çarşının ortasındaydı. Hidayet çarşıya girdiğinde kendini kötü hissetmeye başladı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor, ayakları dolaşıyordu. Neredeyse görevini unutacaktı. Onu bu hale sokan baston dükkanlarıydı. Devrek çarşısı,her tarafı envai çeşit baston satan dükkanlarla doluydu. Vitrinlerinde,''Meşhur devrek bastonları burada satılır'' levhaları asılıydı.Hidayet,etrafa biraz göz attıktan sonra hızla oradan uzaklaştı. Hiç sevmezdi bastonları.. İşini bitirip Şube'ye döndü. Döndü ama,dönerken bastonlar sanki peşinden geliyor hissine kapılmıştı. Hidayet o günden sonra rüyalarında yılan şekline bürünmüş bastonlar görmeye başladı. Uykusundan kan ter içinde sayıklayarak uyanıyordu.Onun bu halini gören asker arkadaşları durumu komutana ilettiler.Komutan da Hidayet'i tebdili hava olarak memlekete izine gönderdi. Dönüşünde de sorununu öğrenip onun Çaycuma ilçesine naklini sağladı. Böylece Hidayet'in Devrek kabusu sona ermiş oldu. Hidayet'in baston fobisi nereden kaynaklanıyordu?..Bunun altında yatan sır neydi?.. Şuydu: Hidayet ilkokul çağlarında oldukça hareketli ve yaramaz bir çocuktu.Sabahtan akşama kadar sokaklardaydı. Akşam karanlığı çöktüğünde, ''başına kül torbası düşer'' diye büyüklerince korkutulmamış olsa gece de eve zor gelecekti.Gündüzleri sokak kenarına yığılmış uzun siyah su boruları yığını üzerinde oynamayı pek severdi. Boruların bir ucuna kendisi,diğer ucuna arkadaşları geçer birbirlerine bağırırlardı. Bir gün çeşme borularını yerinden oynatmaya çalışırken başlarında Yusuf Ali belirdi. Adam bastonuyla borular vurarak,''Oynamayın borularla,deyyuslar!..'' diye bağırarak onları oradan kovdu. Yusuf Ali (Tuna), şişman, heybetli yapılı, şahin bakışlı bir adamdı. Elinde hep bastonu vardı.Davudi sesiyle ve baston sallamasıyla çocukların adeta bir kabusuydu.Çocuklar,''Yusuf Ali geliyor!..'' diye bir ses duyduklarında darmadağın olup kaçışırlardı. Hatta çocuklar arasında,Yusuf Ali'nin bastonunun yere atılınca yılan olup çocukları yuttuğu söylentisi bile yaygındı. Hz.Musa'nın asası için anlatılanlar adeta Yusuf Ali'nin bastonu efsanesine dönüşmüştü. O çocuklar büyüdüklerinde de Yusuf Ali dayıya mesafeli dururlar,ondan çekinirlerdi. Böylece Yusuf Ali kasabada belli bir otorite sağlamış oluyordu. Hatta kısa bir dönem de belediye reisliği yaptı. Hidayet'in Yusuf Ali ile birebir yaşadığı bir olay onun ruhunda derin izler bırakmıştı. Şöyle ki: Bir gün Hidayet sokak çeşmesinde suyla oynarken Yusuf Ali'nin hışmına uğradı. Suyun tazyikli sesinden Yusuf Ali'nin yanına yaklaştığını farketmemişti. Koca bir gölge aniden güneşini kesmiş, başını kaldırdığında öfkeyle dolu yürek delen bir bakışla karşılaşmıştı. Büyük bir panik içinde fırladı. Hızla uzaklaşırken Yusuf Ali bastonunu onun arkasından fırlattı. Baston başını yalayıp geçerken Hidayet'in ayağı taşa takılıp yere kapaklandı. Dizleri ve avuç içleri kan içinde kalmıştı. Can havliyle kalkıp koşarak ve ağlayarak evlerinin yolunu tuttu. Bu olay, Hidayet'in ruhunda derin izler bıraktı. İşte Devrek'te yaşadığı bunalım buradan kaynaklanıyordu. Baston görmek onun iç dünyasında derin sarsıntılar yaratıyordu.Aradan uzun zaman geçip yaşı ilerleyince, Hidayet'in Allah'a en büyük duası; kendisini bir bastona muhtaç etmeden canını almasıydı.
BEYŞEHİR DÖNÜŞÜ YAŞANAN OLAYIN SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:20)
Yenişarbademli ilçe olmadan önce bağlı olduğu Ş.Karaağaç ile sıkı temas halinde idi ama az da olsa devrede bir de Beyşehir vardı. Bademlililer bazı ihtiyaçları için göl üzerinden Beyşehir'e gidip gelirlerdi. Bu gidiş geliş; göle kadar olan 4-5 kilometrelik yolu yaya olarak katederek Sülükçü iskelesine varılıp,oradan da Kurucaovalıların motorlu tekneleriyle olurdu. Beyşehir'den aynı gün akşam üzeri dönülürdü. Bir yaz günü bakkal İsa Efendi ve beraberinde kadınlı erkekli bir grup Beyşehir'e gittiler.İhtiyaçlarını görüp Baba Mehmet'in motoruyla geri döndüler. O gün şiddetli lodos vardı. İlerlemekte güçlük çeken tekne Sülükçü iskelesine ancak akşam karanlığında yanaşabildi. Bakkalın kağnısı iskelede bekliyordu. Eşyalar yüklendi ve hep beraber yola çıkıldı.Hava iyice kararmıştı ama bereket ay ışığı vardı.Kafiledekiler Muma'ya (Gölkonak) yaklaştığında garip bir şeyin kendilerini takip ettiğini farketti. Bu,ay ışığında kah görünüp kah kaybolan bir insan silüetiydi. Uzaktan onları izliyordu. Dikkatli bakıldığında başında garip bir başlığı,üzerinde de uzun bir giysisi vardı.Gözleri ayışığında parlıyordu. Fazla ortalıkta durmuyor,bir bakan olunca hemen bir çalının veya ağacın arkasına kayıveriyordu. Kafiledekiler ne yapacağını şaşırmışlardı.Herkesin içine bir korku düştü. Bazıları geri dönüp,''Kimsin? İn misin? Cin misin?'' diye sesleniyor ama hiçbir cevap alınamıyordu. Yolcular ve kağnı hızlandı. Kadınlar ağlamaklı bir hale geldiler. Aralarından cesur olanları eline taş alıp var gücüyle garip yaratığa doğru küfrederek fırlatıyordu ama nafile.. Bu durum Muma'yı geçene kadar sürdü.Daha sonra gizemli takipçi gözden kayboldu. Herkes derin bir nefes aldı ve geç saatlerde Bademli'ye ulaştılar. Bu olayın sırrı neydi? Gece karanlığında kafilenin peşine takılan gerçek bir insan mıydı yoksa bir hayalet miydi? İşin sırrı şuydu: O görünen ölmüş bir gencin hayaliydi..Alican adında,bir zamanlar Yenişar'a hükmeden Numan Ağa'nın kızı Beran'a sevdalanan fakir bir gençti o.. Beran da Alican'ı seviyordu.Ama Numan Ağa bu sevdaya karşıydı. Kızına ve delikanlıya karşı her türlü baskıyı uyguladı ama onları bu sevdadan vaz geçiremedi. Ağa en sonunda kızını bir tekneyle Beyşehir'e gönderip uzaklaştırdı.Beran'dan uzak kalmak Alican'ı çok üzmüştü. Artık günlerini göl kenarında geçiriyor,belki içinde sevdiği kız vardır diye Beyşehir'den gelen teknelerin yolunu gözlüyordu. Bir defasında da bir kayıkla karşıya geçmeyi denedi ama engellendi.Sonunda Numan Ağa gaddarlığını gösterdi.Alican'ı vurdurttu ve Muma ile Hoyran arasındaki Memiş Ağa mezarlığına gömdürttü. İşte o gün bu gündür Alican'ın ruhu zaman zaman Beyşehir'den gelen yolcuların peşine takılıp,aralarında sevgilisi Beran'ın olup olmadığını görmek için onları bir süre izlemektedir. Bademlililerin yaşadığı olay da buydu..
YOLA ATILAN UMUTLAR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:19)
Yenişarlılar siyasete her zaman ilgi duymuşlardır. Ama bu konuda aşırılığa kaçmamışlar, sadece genel ve yerel (belediye) seçimler sırasında tansiyonun yükseldiği, bazı sürtüşmelerin ortaya çıktığı olmuştur. Bu da doğal karşılanmalıdır. Önemli olan, seçim sonuçlarına saygı göstermek ve kırgınlıkları unutup,yönetim ve halk olarak beldenin gelişmesi için elele vermektir. Seçilen belediye başkanları halkla iç içe olduğundan onlarla diyaloğ ve çalışmalarını izlemek kolaydır. Onlar nihayet hemşehrimizdir. Ya milletvekilleri ile onları seçen halk ne kadar iç içedir?..Seçilenler seçildikleri bölgelere ne kadar faydalı olabiliyorlar?..Yenişarbademli ancak ilçe oluşundan sonra bazı hizmet ve olanaklardan faydalanmaya başlamıştır.Daha önceki hatırlayabildiğimiz bir 50 seneyi gözümüzün önüne getirirsek,bu yörenin sadece seçimler sırasında hatırlandığı,onun dışında unutulduğunu görürüz. Yaşanmış bir olay bunun niye böyle olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Bir tarihteki genel seçimlerde Yenişar'a önemli bir partinin 2 milletvekili adayı (A.Balım ve Y.Uysal) propaganda için geldiler. Siyah bir Chevrolet otomobil ile kasabaya teşrif eden siyasileri Bademlili partililer karşıladılar.Onların geleceği önceden bilindiği için kuzular hazırlanmıştı.Misafirler Pınargözü'ne götürülüp bir güzel ziyafet çekildi.Grup akşam üzeri Bademli'ye döndü. Camiönü'ndeki Asım'ın kahvesinde bir toplantı düzenlendi.Kahvehane tıklım tıklım doluydu.İki milletvekili adayından yaşlı olanı önce dinleyicilere ''Vatan,millet,sakarya'' babından bir uzun nutuk çekti.Sözleri zaman zaman partililer tarafından alkışlarla kesiliyordu. Daha sonra sıra halkın isteklerine geldi.Konuşmacı her isteyene söz veriyor, dile getirilen talepleri yanındaki aday bir kağıda çalakalem yazıyordu.Toplantı epeyce uzun sürdü.Kasabalılar isteklerine çok ilgi gösteren ve ''mutlaka yapacağız, edeceğiz..'' diyen adayları çok takdir etmişler ve sevmişlerdi.Onların Yenişar için çok şeyler yapacaklarına olan umut ve güvenleri tamdı. Toplantı bittikten sonra iki milletvekili adayı siyah Chevrolet arabalarına binip alkışlar arasında kasabadan ayrıldılar. Otomobil Dereağzı'na yaklaşırken karşıdan bir kağnı belirdi.Kağnı tepeleme kamış yüklü olup,Çayır'dan geliyordu. Başında Gancar Osman vardı.Osman otomobili görünce kağnıyı kenara çekti ve durdu. Siyah Chevrolet o zamanki şose yolda tozu dumana katarak yaklaştı, kağnıyı geçmek için yavaşladı ve geçti.Osman kocaman kuyruklu otomobilin arkasından imrenerek baktı. Tam o sırada arabanın sağ ön camından dışarıya bir şey atıldığını farketti.Atılan şey ilgisini çekmişti.Koşup aldı.Bu,sarı renkli bir Yeni Harman sigarası kutusuydu. Hafif şişkindi.Osman içinde sigara bulurum umuduyla kutunun kapağını açtı ve kıvrılıp sokuşturulmuş bir kağıtla karşılaştı.Açıp baktı. Üzerinde kargacık burgacık yazılar vardı. Okuması yazması da pek iyi olmadığından kağıdı ve kutuyu fırlatıp attı ve kağnısının başına döndü. Pekala,o kağıt neyin nesiydi?..O kağıtta ne yazıyordu?..O kağıt; milletvekili adaylarının halkın isteklerini yazdığı kağıttı.Ne yazık ki,Yenişarlıların Ankara'ya mutlaka ulaşacağını umdukları istekleri,bırakın Ankara'yı,Yenice'ye bile ulaşmadan yol kenarına atılmıştı. Sadece o siyasiler değil, yıllarca oy için Yenişar'a gelen sayısız milletvekili adayları hep aynı şeyi yapmışlar,Yenişar halkının umutlarını yollara saçıp gitmişlerdir.
SAMİ ÖĞRETMENİN DRAMI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:18)
( Not:Bu hikaye 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle yazılmıştır)
Yenişarbademli'deki harman ucunda iki öğretmenin evi vardı. Yolun üst tarafında yüksek bir bahçe içindeki iki katlı bu taş binaların yukarıdaki Sami öğretmene (Bütüner), aşağıdaki Süleyman öğretmene (Erdoğan) aitti. Bademli'nin bu iki popüler öğretmeni çok samimi arkadaş olup,kasabalılar tarafından da çok sevilen ve sayılan iki şahsiyetti. Sami öğretmen çağdaş zihniyet taşıyan,temiz giyimli,yaşına göre gayet olgun davranan bir kişiydi. Eşi Şaziye hanım ve kızlarıyla gezip eğlenmeyi çok severdi.Yazın akşam üstleri evinin balkonunda tüm aile bireyleriyle neşeli saatler geçirirdi. Yoldan geçenler onu el sallayarak selamlar,o da aynı şekilde karşılık verirdi. O yoldan hergün en az bir defa bisikletiyle geçen bir çocuk daha vardı. Camiönü'nde evleri olan bu bisiklet düşkünü çocuk, tutkuyla bağlandığı bisikletiyle hergün Yenice tarafını turlar gelirdi. Bir yaz günü öğleden sonra,bisiklet düşkünü çocuk iki tekerleklisiyle Sami öğretmenin evinin önünden geçiyordu. Çocuk yokuş aşağı pedallere yüklendi.Bisiklet tam hızlanmıştı ki birden zinciri boşaldı.Kontrolden çıkan bisiklet yol kenarında oynayan kız çocuklarından birini hafif sıyırıp bahçe duvarına çarparak durdu.Bisikletin hafif çarptığı kız, Sami öğretmenin küçük kızı idi. Çocuk korkudan ağlamaya başladı. Balkondan durumu gören hoca ve eşi koşarak olay yerine geldiler. Sami öğretmen soğuk kanlı idi ama Şaziye hanım kızını ağlattığı için bisiklet düşkünü çocuğa bağırıp çağırıyor;''Boyun devrilsin emi!..Az kalsın kızımı öldürecektin!..'' diye söyleniyordu.Çocuğa bir şey olmadığını gören Sami öğretmen;''Hanım büyütme,kızın birşeyi yok!'' diyerek eşini eve gönderdi. Bisiklet düşkünü çocuğa dönüp,'' Yavrum geçmiş olsun,bundan sonra bisikletini daha dikkatli sür'' dedi.Çocuk öğretmenden özür diledi,elini öptü ve evine döndü. Birkaç sene sonra Sami öğretmen Isparta'ya tayin oldu.Yenişar'a ancak yaz tatillerinde gelebiliyordu. Ailece Bademli'ye gelmeleri mutlaka yankı bulur,Yukarı Mahalle'ye gidip gelirken onları yolda görenler,kızlarının rengarenk yazlık elbiseler ve şapkalarıyla geçişlerini ilgiyle izlerlerdi. Gel zaman git zaman bisiklet düşkünü çocuk bir iş için babasıyla Şarkikaraağaç'a gitti.O akşam bir aile dostları tarafından misafir edildiler.Ertesi günü sabah,bisiklet düşkünü çocuk evin oğlunun bisikletini alıp çarşıda bir tur atmaya çıktı. Otobüs garajının girişindeki benzin istasyonuna yaklaşırken uzaktan tanıdık bir simayı farketti. Bu Sami öğretmendi. Hoca büfeden gazete almış,hem yürüyor hem de gazete başlıklarına göz atıyordu.Tam benzin istasyonunun önünden geçiyordu ki bir an duraladı. O sırada bir kamyonun yakıt almak için hızlı bir şekilde geri geri manevra yaptığını farketmedi. Ama tehlikeyi uzaktan bisikletli çocuk farketmişti. Hızla pedallere asıldı. Tam kamyon hocaya sırtından çarpmak üzere iken kolundan tutup hızla yana çekti. Hoca sendeleyip yere oturdu.Çocuk bisikleti durdurdu ve Sami öğretmeni kolundan tutarak kaldırdı.Hoca bisiklet düşkünü çocuğa,''Yine mi sen!..'' der gibi bakıyordu. Ama durumun farkına varınca çocuğa teşekkür etti. Çocuk hocanın elini öptü ve ayrıldılar. Ne garip tecellidir ki,bir zamanlar Şaziye hanımın,''kızımı öldürecektin'' diye çıkıştığı bisiklet düşkünü çocuk,şimdi onun kocasını kurtarmıştı. Kurtarmıştı kurtarmasına ama,bu hocaya yetmedi..Bir süre sonra Isparta'dan onun ağır hasta olduğu haberi geldi. Hoca hastaneden Bademli'deki karısına ''Eşim Şaziye..'' diye başlayan sevgi ve hasret dolu mektuplar gönderiyordu. Günden güne solan bu ilim irfan ışığı öğretmen hastalığın ölümcül pençesinden kurtulamayıp; ailesini, öğrencilerini ve sevenlerini sonsuz üzüntüler içinde bırakarak bu dünyadan göçüp gitti.Daha çok erkendi; hayat yolunu yeni yarılamıştı. Bu olayı hatırlarken,Cahit Sıtkı Tarancı'nın ''Otuzbeşyaş şiiri'' ni de hatırlamamak mümkün değil..Şair o şiirini,sanki kendisi gibi genç yaşta hayata veda eden nice Sami öğretmenler için yazmış gibidir..Şiirin baş kısmı şöyledir: Yaş otuzbeş,yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlılık çağımızdaki cevher, Yalvarmak,yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Bu mazide kalmış hüzünlü öyküyü bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KADIN MÜNECCİMİN YENİŞAR HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:17)
Üç tarafı dağlarla,bir tarafı Göl'le çevrili Yenişar vadisi için tarih boyunca çeşitli övgüler düzülmüştür.Bu övgülerin en eskisi ve etkileyicisi Selçukname'de görülür. Şöyle ki: ''Eğrinas (Yenişar) her yeri cennetten bir parça olan, yeşil ve firuze renklerin kaynaştığı,lalelerin adeta kan damlası gibi göründüğü,halkının refahının en yüksek mertebede olduğu nadide bir ülkedir.'' Ayrıca Yenişarlı veya Yenişar dışından çok sayıda tarihçi,araştırmacı,şair,yazar ve eğitimci,bu beldenin özellikle doğal güzelliklerini vurgulayan nesir ve şiirler ortaya koymuşlardır. Sekiz asır önce dillere destan ve müreffeh Kubadabad Vilayeti,ne oldu da o parlak günlerini sürdüremedi..Elbette ki bunun tarihsel,siyasal ve ekonomik açıklamaları vardı.. Ama Yenişalılar bu konuda ne yaptı ya da yapamadı? Özellikle yakın tarihte halk nasıl bir yol izledi de az gelişmişlik zincirini kıramadı? Birbirlerine mi düştüler? Arazi çatışmaları mı yaşadılar? Yoksa şiirler düzdüğümüz o güzelim dağlar ve göl buranın halkı için aşılmaz bir engel mi teşkil etti? Nüfus artınca arazi yetmez mi oldu? Sakın siyasetçilerin oyuncağı olmasın bu belde!..Yenişar'ın şu anki durumu için daha bir sürü faktörü içeren olumsuz bir tablo çizilebilir, hatta bu konuda bir kitap bile yazılabilir. Ama tarihin karanlıklarında bir kadın müneccim, Yenişar hakkında yazacağını çoktan yazmıştır bile..Bu kadının adı BİBİ'dir. Sekiz asır önce Hoyran yakınlarındaki Kubadabad Sarayı'nı yaptıran Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın himayesine girmiş olan kadın müneccim Bibi, Sultan'a birçok konuda yol göstermiş ve dedikleri çıktığı için de büyük itibar kazanmıştır. Bu kadın büyücü ve müneccimin elbetteki Yenişar hakkında da söyledikleri vardı. Yenşar'ın geleceğini soran Sultan'a,hem Beyşehir,hem de Yenişar hakkındaki kehanetlerini bildirmiştir. Kahine BİBİ'nin söylediği şuydu: ''Yenişar etrafı yemyeşil dağlar ve pırıl pırıl bir gölle çevrili altın kafestir. Bunun içindeki kuş,uzun yıllar o kafesi kırıp dışarı çıkamayacaktır.'' Kadın müneccim bu sözleriyle ne demek istemiştir? Bunu anlamak zor değil.Onun söylemek istediği,bu günün deyimiyle,''kapalı bir toplumdan,dışa açılmış bir topluma dönüşmek'' tir.Maalesef kahine BİBİ haklı çıktı.Bu dönüşüm uzun yıllar gerçekleşmedi.Suçu dağa, göle atmadan Yenişarlılar dönüp bir kendilerine bakmalılar. Göreceklerdir ki en önemli faktör, bu ilin birlik ve beraberlikten yoksun oluşudur. Türkler Ergenekon kıskacından elele,omuz omuza vererek Demirdağ'ı eriterek çıktılar.Ama Yenişar'ın 6 pare köyü bir araya gelip kendilerini çevreleyen olumsuz koşulların üstesinden gelemediler. 130 sene önce çıkan bir arazi ihtilafı nedeniyle 4 köy bir tarafa, 2 köy başka bir tarafa savrulup gitti.. Ama herşeye rağmen Yenişarbademli'nin önce nahiye, daha sonra ilçe olması, sekiz asır önce ortaya atılan umut kırıcı kehaneti umuda dönüştüren olumlu adımlar olmuştur. Umarız müneccimler bundan sonrası için karanlık tablo çizmezler. Ama Yenişar için daha ne sırlar olduğunu bilenler bilir,bilmeyenler bilmez.
SARI ÖKÜZÜN FERYADI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:16)
Yenişarbademli'de bir zamanlar,devlet memuru olmuş kişi sayısı pek azdı.Bunların bir kısmı Belediye'de ve Orman İdaresi'nde çalışan kişilerdi. Büyük çoğunluk öğretmendi. Bunlar Muallim Mektebi veya Köy Enstitüsü'nden mezun olmuş olan, Cumhuriyetin ilk aydın öğretmenleriydi. {Şevket,Veli,Süleyman,Sami(genç yaşta öldü), Mediha, Zühtü, Ali, Hasan, Hüseyin, Ahmet, Hulki, Ekrem Hocalar...} Bu kadro halkın gözünde oldukça saygın ve imrenilen bir şahsiyet topluluğuydu. O zamana göre maaşları da oldukça yüksek olduğundan herkes çocuğunun öğretmen olmasını isterdi. Ama bu mümkün değildi, zira öğretmen okulu sınavı çetin bir sınavdı. Bir avuç devlet memuru dışındaki büyük kitle ziraatle uğraşır,arazi kıt olduğu için de mahsül ancak ailenin karnını doyururdu. Satıpta para kazanacak artı bir ürünü pek az olurdu. İnsanlar hep ''bir damlayanımız olsun'' isterdi.Bu da ancak maaş demekti.O da onlar da yoktu. Diğerleri neyse ne de, nakit kıtlığı oğlan askere gidince, hele bir de oğlan-kız evlenecekse ailelerin belini iyice bükerdi. Allah'tan ki Bademli bir ''orman köyü'' idi ve ''tomruk çekme'' işi,onların derdine bir nebze çare olurdu.Orman İdaresi tomruk sezonunu açtığında kasabaya bir hareket gelir, akşamdan kağnılar öküzler hazırlanır, sabah erkenden yollara düşülürdü. Böyle bir zamanda Aşağı Mahalle'den Mehmet Ağa'da tomruk için alaca karanlıkta kalkıp hazırlıklarını yaptı ve karısı Hatça'nın hazırladığı azık kabını alıp diğer komşularıyla birlikte yola çıktı. Ormana varınca kendisini büyük kuturlu kocaman bir tomruk seçti.Kocaman tomruk seçti çünkü paraya çok ihtiyacı vardı. Diğerlerinin yardımıyla tomruğu kağnıya yükledi ve kendisi de onlara yardım ettikten sonra hep beraber gerisin geri yola koyuldular. Hava akşam üzeri karardı ve yağmur çiselemeye başladı.Yollar toprak olduğundan az sonra yumuşadı. Kağnıların tekerleri ağır yük nedeniyle batıyor,öküzler zorlanıyordu. Mehmet Ağa habire öküzleri övendireyle dürtüyor,bağırıp çağırarak onları yüreklendirmeye çalışıyordu. Soldaki kara tosun genç ve güçlüydü,ama sağdaki sarı öküz yaşlıydı ve hep geri kalıyordu. Asıl embeli o yiyordu. Maltepesinin oralarda teker bir çukura girdi ve kağnı durdu. Mehmet Ağa öküzleri dehledi, embelledi, kara tosun boyunduruğa asıldı, ama sarı öküzde mecal yoktu.Arkadakiler de kağnıyı yürütmesi için seslenince Mehmet Ağa iyice öfkelendi ve övendireyi sarı öküzün sırtına boylu boyunca darp etmeye başladı.Onu gören köylüler ''Yapma,Etme!'' diye koşup geldiler ve kağnıyı itelediler. Sarı öküz harman yerindeki depoya gelinceye dek sahibinden işkence gördü. Depoya varınca Mehmet Ağa tomruğu indirdi ve nakliye pusulasını alıp evin yolunu tuttu.Pusulada ne kadar para yazdığına bile göz atmadı.Yüzü asıktı,canı sıkkındı. Güya sarı öküz onu ele güne rezil etmişti. Bunu kendine yediremiyordu. Gel zaman git zaman Mehmet Ağa sarı öküzü iyice dışladı.Ona ne doğru dürüst ot veriyor,ne de suluyordu. Öküzceğiz onu görünce korkulu gözlerle ahırın bir köşesine kaçıyordu. Övendire darbelerinden sırtı boylu boyunca yara içindeydi. Geceleri inliyor,insan gibi feryat ediyordu. Mehmet Ağa'nın karısı Hatça ''Zavallı öküz ağlıyor!'' diye söyleniyor,kocası ''O cezalı!'' diye ilgilenmesine mani oluyordu. Bir gün Mehmet Ağa Asım'ın kahvesi önünde çayını yudumlarken,yoldan modern giyimli bir bayan geçiyordu. Bu bayan Mediha öğretmendi. (Bademli'nin ilk kadın öğretmeni.) Arkasında da sevimlimi sevimli bir kuzu vardı. İple bağlı olmamasına rağmen kuzucuk onu tıpış tıpış takip ediyordu. Kahvedekiler onları hayranlıkla izliyordu. Mediha öğretmen bekardı. Bu kuzuyu doğar doğmaz yanına almış, adeta evlat edinmişti. Onların birlikteliği kasabanın dilindeydi. Onların uzaklaşışını seyreden Mehmet Ağa bir an duygulandı. Mediha öğretmenle kuzusu yüreğini hoplatmıştı. Ne büyük hayvan sevgisiydi bu… O an sarı öküzü düşündü.Kuzu gibi o da bir hayvandı.Üstelik kuzu gibi sadece süs hayvanı değil, aileye yıllarca hizmet eden çok faydalı bir hayvandı. Onu el üstünde tutması gerekirken ona kötü muamelede bulunmuştu.İçi burkuldu,gözü yaşardı. Hemen evin yolunu tuttu. Ahıra girip, korkulu ve ağlamaklı gözlerle bakan cefakar öküzüne sarıldı. Ondan kendisini affetmesini istedi. Mehmet Ağa ertesi gün sarı öküzü Çay'da bir güzel yıkadı.Sonra yaraları için merhemler bulup sırtına sürdü.Onu hiç kağnıya koşmadı.Eşten dosttan borç alarak yeni bir öküz aldı. Sarı öküzü de emekliye ayırdı. Bir gün Asım'ın kahvesi önünde oturanlar,önde Mehmet Ağa arkada sarı öküzü olmak üzere yoldan geçerken görünce,''Hey Mehmet Ağa, iki ihtiyar peşi sıra nereye gidiyorsunuz böyle!'' diye takıldılar. Mehmet Ağa'nın;iç dünyasında ukde kalmış bir duyguyu yaşadığını nereden bilebilirlerdi. Bu olup bitenleri yaşayan bilir,yaşamayan bilmez.
CAMİARDI' NDAKİ HAYALET
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:15)
Yenişarbademli'nin çeşmelerinden bugün gürül gürül sular akıyor ama bu öyle kolay olmadı..Halk yıllarca arıklardan ve çaydan su temin etti. Sağlıklı olmayan bu suları; kah kadınlar sırtlarında testi,ellerinde bakraçlarla, kah eşeğin üzerine konan heybenin iki gözüne yerleştirdikleri testi ve güğümlerle yaz kış demeden evlerine taşıdılar. ''Dökme suyla değirmen dönmez'' derler ama,çamaşırları yüneklikte yıkasalar da,kadınların diğer ev işlerini bu kıt sularla nasıl hallettikleri bir muammadır. İçme suyu o kadar değerliydi ki; komşudan gelen yemek kabı iade edilirken içine su konupta geri verilirdi. Su kutsaldı, bir damlası dahi ziyan edilmezdi. Komşu komşudan su ödünç alırdı. Yaşlılar su ikram edildiğinde ''su gibi aziz ol'' derlerdi. Evlerde kapçı Musa'nın imal ettiği boy boy kırmızı testiler sıralanırdı. Su değerliydi ama bu demek değildi ki içimi güzeldi..Aksine arık ve çaylardan temin edildiğinden nahoş kokar,üstelik çocukların barsaklarında solucan oluşmasına neden olurdu. Ama çare yoktu..Su su idi.. ''Su akar Türk bakar'' misali,yıllarca Dedegül dağlarındaki pınarların suları kasabanın içine uğramadan Göl'e,oraya buraya aktı durdu. Ta ki 1950 yılının ortalarına kadar..Nihayet devlet Yenişarbademli'ye çeşme getirilmesi kararı almış ve uzun yıllar sürecek çalışmalara başlanmıştı. Çeşme denildiğinde,o günleri gören insanların ilk aklına gelen; köstepek yuvası gibi kazılmış yollar ve öbek öbek yol kenarlarına yığılmış 8-10 metre boyunda kara kara borulardır. Boru döşeme çalışmaları büyük sıkıntılar yaratsa da,gelen yabancı işçi, ve ustalar kasabaya sosyal ve ekonomik hareketlilik getirmiştir.Bu elemanlar arasında,Asım'ın Kahvesi'ni mekan tutmuş Osman Ağa ile,tüm Bademlililerin sempatisini kazanmış karadeniz uşağı Sucu Kemal hafızalardan silinmeyecek şahsiyetlerdir. Kazı çalışmaları kasabanın kaya zemininde oldukça zor ilerlerken,Camiardı'nda vuku bulan bir esrarengiz olay işin meşakkatine tuz biber ekmiştir. Kasabanın yukarısından gelen bir hattın Camiardı'ndan geçip,ilkokulun önünden,Hayataltı'na doğru ilerlemesi gerekiyordu. Ama garip bir şeyler oldu. Şöyle ki: İşçiler boruları birleştirirken araya erimiş kurşun döküyorlardı. Ama bir gün sabah işçiler geldiğinde bu kurşunların eriyip toprağa akmış olduğunu gördüler..Bu kendiliğinden olacak şey değildi. Dikkati çeken birşey daha vardı: Etrafta sönmüş kor ve kül kalıntıları göze çarpıyordu. Sanki birisi ateş yakıp kurşunları eritmişti. Aynı olay ertesi günüde tekrar etti. Herkes şaşkınlık içindeydi. Olay sırasında orada evi olan Demirci Tevfik'in de başı dertteydi. Zira sabahları demirci dükkanına girdiğinde körüğün işletilip kömür yakıldığını farkediyordu. Kendisinden şüphelenilir diye bundan kimseye bahsetmedi. Etrafta bir dedikodu furyası başladı..O hatta bir uğursuzluk vardı..Bir hayalet gelip boruları ayırıyordu. Akşamları kimse oradan geçemez oldu. En sonunda Camiardı boru hattı iptal edildi.Çukurlar kapatıldı. Bu olayda yatan sır neydi? Kim kurşunları eritiyordu.? Bilinmeyen şuydu: Yenişar'a bir zamanlar 7 evliya gelmişti.Bunların bazılarının yeri belliydi.Bir tanesi de Camiardı'nda medfundu. Mezarı açıkca belli olmayan bu ''yatır'',belli ki üstünden boru hatının geçmesini istemiyordu. Bu hikayeyi yaşayan bilir, yaşamayan bilmez.
BİTMEYEN BAYRAM YEMEKLERİNİN ESRARI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:14)
Yenişar'da eskiden ramazanlar bambaşka bir atmosferde geçerdi.Tüm kasabayı manevi bir hava kaplar,genci yaşlısı hep niyetli olurdu.Geceleri evlerde çalar saat yaygın olmadığından mutlaka davulla kalkılırdı.Sahurda hoşaf eşliğinde,topalama, erişte veya çubuk makarna yenirdi.Yemekten sonra da,''Ekmek yedim kuruca,su içtim duruca, niyet ettim niyetlendim yarın ki oruca'' diye niyetlenilirdi. İftar saatinde Dede'den tüfek atılırdı. İftardan kısa süre sonra kandiller asılmış tahta minareden sala verilir ve kalabalık bir kasabalı (çocuklar dahil) teravihe giderdi. En meşakkatli oruç,Ağustos ayındaki ekin-orak dönemine denk gelendi..Cehennemi sıcaklıkta ekin tarlasında orak sallayan kadın ve erkekler,büyük sabır ve metanet gösterirler,susuzluktan yansalar da oruçlarını bozmazlardı.( Ama Yukarı Mahalle'den bir saf kızcağızın çok susayınca evlerinin karanlık bodrumuna girip,''Burada Allah görmez' diyerek testiyi kafasına diktiği de bir şayia olarak anlatılırdı.) Ramazanın sonuna doğu davulcu Çangal Rıza sahurda evlerin penceresi önüne gelir,''Uyan mehmet Ağa uyan,gül yastıklara dayan..'' diye maniler söyleyerek ''okşama'' yapar ve bahşiş toplardı. Bayramlar da ayrı bir güzellikteydi. Yolda birbirine rastlayan herkes bayramlaşmadan geçmezdi. (Camiden çıkınca sıraya durma adeti o zamanlar yoktu.) Bayramı özellikle çocuklar çok severdi.En büyük eğlenceleri sokaklarda büyük gürültülerle mantar patlatmaktı. Hem Ramazan,hem de kurban bayramlarında yaşanan en önemli olay ''Bayram Yemeği'' dir.Her mahallede sırayla bir eve komşular yemek getirir ve kasabanın erkekleri orada gelip karnını doyururdu. Bir ramazan bayramı,Aşağı Mahalle'de bayram yemeği Cemal Hoca'nın evinde veriliyordu.Yemek vakti gelince tüm kasabalılar gruplar halinde eve gelmeye başladılar.İki oda ve hanayda sofra kuruldu.Büyükler odalarda, çocuklar hanayda yemeğe başladılar.Sofranın biri kuruluyor,biri kaldırılıyordu.Sofraya hizmet eden kişi elinde tabakla ayakta bekliyor,eğer sofradakiler hızlı yemiyorsa,''Bu değirmen iyi çalışmıyor'' diye latife yapıyordu.Sofraya her tabak konuluşunda,''Bu ekmek işi, ya da bu kaşık işi'' denip ona göre hamle yapılıyordu.(Tahta kaşık yetmezse iki kişinin aynı kaşığı sırayla kullandığı olurdu.) En sonunda pilavla hoşaf gelir, buna ''kara haber'' denirdi.Ama bazen varsa son yemek baklava olur, karabulutlar hemen dağılıverirdi. O gün büyüklerin yemek yediği odaların birinde ilk sofra kurulduğundan beri hiç kalkmayan bir yabancı vardı.O hengame ve boğaz savaşı sırasında pek dikkati çekmeyen bu yabancı;kırlaşmış sakallı, beyaz başlıklı,yeşil gözlü, güler yüzlü, mütevazi duruşlu,çelimsiz yaşlıca bir zattı.Herkes karnını doyurma telaşı içinde olduğundan ona,''Kimsin? Necisin?'' diyen olmamıştı. Pek bir yemek yer hali de yoktu. Herkes karnını doyurup gidince,sessizce kısa bir dua etti ve o da kalkıp gitti. O günün akşamı,eve yemek getiren mahallenin kadınları kap kacakların almak üzere eve vardıklarında şaşırıp kaldılar. Zira getirdikleri yemekler kaplarında aynen duruyordu.Ne olup bittiğine akıl erdiremeseler de dolu kaplarını alıp evlerine döndüler. Yemekler neden aynen duruyordu? ( Oysa herkes o bayram öyle tıka basa yemişti ki,o gün yedikleri yemeklerin lezzetini ve bolluğunu yıllarca unutamadılar.) Bu olaydaki esrar neydi? Şuydu: Kimsenin farkında bile olmadığı o kişiden geliyordu yemeklerin bereketi. O zat,bedeni zavallı ama ruhu yüce bir kişi idi..Ramazanda memleket memleket gezer,oralara nimet ve bolluk getirirdi. O bayramda da bundan Bademli nasiplenmişti. Bu öyküyü bilen bilir,bilmeyen bilmez.
HOYRANLI KADINA HAZIRLANAN ÖLÜMCÜL TUZAK
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:13)
Yenişarbademli ve Hoyran (Gölyaka) gerek yerleşim,gerekse örf ve adetler bakımından oldukça farklıdırlar. Hoyran'da ova,Bademli'de dağ kültürü vardır. Hoyran Göl'den, Bademli ormandan yararlanır.Hoyran'ın evleri kerpiçten,Bademlininki taştandır.Hoyranlılar haşhaş(şimdi kalktı), kelek (kavun), domates, bostan (salatalık) yetiştirir. Akarsuları olmadığı için her evin bahçesinde kuyu bulunur ve sebzeler buradan sulanır.Bademli'nin ise fasülyesi meşhurdur. Toprağından mıdır,suyundan mıdır nedendir,özellikle yeşil fasülyenin tadına doyum olmaz. İki yerleşim yeri çok yakın olmalarına rağmen aralarında hiçbir sıcak ilişki kurulmamıştır. Hatta bir tarihte mera gerginliği bile yaşamışlardır. İki yerin erkekleri birbirlerine soğuk dururlar ama kadınlar cephesinde durum tersine olsa da,tatsız bir olay iki tarafı üzmüştür. Bir yaz günü Bademli'den aşağı köylere giden bağlar arasındaki yolda bir kadın bulundu. Kafası kanlar içerisinde dikenli temelin dibinde ölü gibi yatıyodu. Onu bulan köylüler Jandarma'ya haber verdiler.Kadının Hoyranlı olduğu anlaşılıyordu.Ama burada ne işi vardı? Başına ne gelmişti? Onu bu hale kim getirmişti? Kadın ölmemişti. İlk müdahaleyi Bademli'de sağlık memuru yaptı.Kadın daha sonra Hoyran'a götürülüp ailesine teslim edildi. Jandarma olay yerinde araştırma yaptı ama ne bir şahit, ne de bir delil bulabildi. Olay böylece kapanıp gitti. Hoyranlı Nezive (Nazife) kadını ölümle burun buruna getiren olay neydi? Şuydu: O zamanlar Hoyranlı kadınlar heybelerine sebze ve kavunları doldurup,eşeğe yükleyerek Bademli'nin yolunu tutarlardı. Bademli'de tanıdığı bir aileye misafir olur,o ailenin kadını,Hoyranlının getirdiklerini komşularına götürür,yerine de genellikle kuru fasülye alıp getirirdi.Buna ''değişim'' denirdi.İşte iki köyün kadınları arasında böyle bir yardımlaşma vardı. O ölümden dönen kadın da bu amaçla yola düşmüştü. Ama Bademli çocuklarının sorumsuzca bir oyununun kurbanı olacağını nereden bilebilirdi.. Bu oyun şuydu: Bademlili bazı çocuklar, Hoyranlı kadınların geçtikleri yolun kenarındaki kuytu bir yerde pusuya yatar,tam eşek önlerine geldiğinde birden bağırarak çıkıp hayvanı ürkütürlerdi.Zavallı hayvan korkudan fırlar,o sırada heybedeki kavunlar yerlere saçılır,çocuklar da kadının şaşkın ve çaresiz bakışları altında kavunları kapıp kaçarlardı. Nazife kadının da başına aynı olay gelmişti,ama iki farkla: Birincisi,çocuklar sadece bağırmamışlar,kocaman bir köpeği de eşeğin üzerine salmışlardı.İkincisi de, kadın eşeğin üzerindeydi..Köpek saldırınca eşek feci şekilde ürktü ve çılgınca koşmaya başladı.Peşine takılan köpeğe çifte atarken kadın bir kenara savruldu ve başını taşlara çarparak kendinden geçti. Kadının durumunu gören çocuklar korkup,kavun falan almadan oradan kaçıp gittiler. Eşek iki gün sonra ıssız bağların arasında otlarken bulundu.Heybe ise kayıptı. Bu hikayeyi bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KARLI ORMANDA YAŞANMIŞ İNANILMAZ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:12)
Yenişar'da eskiden ocaklarda ve sobalarda sadece odun kullanılırdı. Kömür bilinmezdi.Kış yaklaşınca her evde kağnılara öküzler koşulur,ormana odun getirmek üzere yola çıkılırdı.Yaş odun kesinlikle yasaktı. Gidenler kuru odun (daha çok ardıç, ladin, meşe) yükleyip getirirlerdi. Yukarı Mahalle'den Kara Ahmet ve Ali Osman komşu idiler. İşlerinde hep birbirlerine yardım ederlerdi.Yaz sonuna doğru da birlikte Aydın'a çalışmaya gitmişlerdi. O yıllarda bazıları Aydın yöresine gidip;oradaki çiftliklerde pamuk,narenciye, incir vb.ürünleri toplama işinde çalışırlardı. Hasat bitince dönüşlerini de Eğridir'den drekt orman yoluna dalıp,yayan yapıldak Pınargözü mevkiinden patika ve tehlikeli yolları takip ederek Yenişar'a ulaşırlardı. Cüzdanlarında yemeyip içmeyip biriktirdikleri az bir para, sırtlarında bir pamuk yorgan ve ellerinde bir sepet olurdu.Eve vasıl olduklarında eşe dosta sepette getirdikleri portakal ve incirden birer ikişer hediye ederlerdi. Ahmet ve Ali Osman Aydın'dan geç döndüklerinden odun getirme işini geciktirmişlerdi. Dönüşlerinden birkaç gün sonra bir sabah erkenden kağnılarına öküzlerini koşup yola çıktılar. O sene kar erken yağmıştı.Yolda ilerledikçe kar kalınlaşmaya başladı. Ama dönmek yoktu. Odunsuz kış geçiremezlerdi.Ormanın derinliklerine doğru gidebildikleri kadar gittiler. Kar ayak bileklerini geçmeye başlamıştı. Sonunda odunların olduğu yere ulaştılar. Kağnıları uygun bir kenara çekip odun toplamaya koyuldular. Biraz sonra havaya bir sis çöktü ve ince ince kar yağmaya başladı.Derken etraftan bir takım hayvan sesleri kulaklarına geldi.Dikkatle dinleyince bunların kurt ulumaları olduğunu anladılar. Adeta kanları doldu. Ne yapacaklarını şaşırdılar.Alelacele ne odun yükleyebildilerse sarıp hemen yola çıkmaya davrandılar. Tam hareket etmek üzereydiler ki yandaki ağaçlık tepeden büyük bir kurt sürüsünün üstlerine doğru koşarak geldiğini dehşetle gördüler.Hemen en yakındaki ladin ağacına tırmandılar. Kendileri emniyetteydi ama ya öküzler?..Kurtlar kesin onları parçalardı.. İki arkadaş ağacın dalları arasında korku ve çaresizlik içerisinde olacakları beklerken,inanılmaz bir olaya şahit olurlar. Puslu ve kar çiseleyen gökyüzünden aşağıya bir şeylerin indiğini farkederler. Kurt sürüsünün bulunduğu yere ''pat! pat!'' diye düşen bu cisimler ne olabilirdi? Dikkatlice bakınca bu cisimlerin but biçiminde etler olduğunu farkettiler. Evet emindiler,gökten resmen et yağıyordu.İkisi de az kalsın küçük dillerini yutacaklardı.Belki de yutmuşlardı, zira uzun süre hiç konuşamadılar. Bir süre sonra etlerle karınlarını doyuran kurtlar geldikleri gibi geri dönüp,sisli ormanda kayboldular. Onlar da ağaçtan inip,korku ve şaşkınlıklar içinde köye döndüler. Ahmet ile Ali Osman yaşadıklarını herkese anlatırlar. İnsanlar onlara inanmaz görünürler,ama bu hikayeyi yıllar boyu çocuklarına ve torunlarına anlatmaktan da geri kalmazlar. Bu hikayeyi bilen bilir, bilmeyen bilmez.
FRANSIZ TURİSTLERİN DEDEGÜL DAĞI'NA ÇIKIŞININ SİNSİ AMACI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:11)
Epey zaman önce,bir bahar sabahı kuşluk vakti,Yenişarbademli'deki Dörtyol Kahvesi önünde oturanlar, harman yeri yönünden gelen bir araba gördüler.Araba ağır ağır yaklaştı ve kahvenin önünde durdu.Yabancı plakalı olup, o zamanlar turistlerin yaygın olarak kullandığı eski model bir Cıtroen idi araç..Kahvedekiler dikkat kesildiler.Arabanınkapıları açıldı ve biri kadın diğeri erkek iki kişi indi.'' Bunlar turist!..'' sesleri yükseldi kahveden.Gerçekten Fransız turistlerdi bunlar..Bizimkiler ''Hoşgeldiniz'' dediler ve kahveye buyur ettiler. Birer de çay ısmarladılar. Çaylar yudumlanırken konuşmalar da başladı. Erkek olanı çat-pat Türkçe biliyordu.Yanındaki eşi imiş.''Mağarabilimci'' olduklarını ve Dedegül Dağı'ındaki büyük mağarayı incelemek amacıyla geldiklerini belirtti. Bir rehbere ihtiyaçları olduğunu ve ücretini de ödeyeceklerini söyledi.Para lafını duyunca bir genç hemen gönüllü oldu. Turistler Yenişar ve çevresi hakkında bilgiler aldılar..Kalın bir botanik kitabını açıp, bazı çiçek resimleri göstererek,onlardan bu yörede yetişip yetişmediğini sordular. Köylüler dilleri döndüğünce yabancı misafirleri aydınlatmaya çalıştılar.Onlar da çok memnun kalmışlar ki,kadın olanı gidip arabadan bir koli ''Gauloise'' sigarası alıp herkese dağıttı. İki Fransız daha sonra yanlarına rehberi de alarak yola koyuldular. Bir saat kadar sonra Dedegül Dağı'nın yakınlarına varınca,rehberden çevre ve dağa çıkış güzergahı hakkında geniş bilgi alıp,ücretini ödeyerek onu geri gönderdiler.Arabayı gözden ırak bir yere gizlediler. Daha sonra ellerinde torba ve çantalar olduğu halde bayır yukarı tırmanmaya başladılar. İstedikleri noktaya varınca, o gün ve ertesi günü dağda epey çalıştılar.Geceyi bir kaya kovuğunda tulum içinde geçirmişlerdi. İşlerini bitirdikten sonra ikinci günün gecesi, Bademli'de kimsenin ruhu bile duymadan kasabanın içinden geçip gittiler. Bu iki meçhul yabancı kimdi?..Ne amaçla dağa çıkmışlardı? İşin sırrı şuydu: Bunlar söyledikleri gibi mağarabilimci değil, botanikçi idiler. Son derece nadide ve nadir bir çiçeğin peşindeydiler.O çiçek KARDELEN idi..Bilimsel adı ''Galanthus'' olan bu değerli bitki dağlarda yetişmekte olup, ilkbaharın başında, üstündeki karın erimesini bile beklemeden süt beyazı çiçekleriyle karların altından boy verirdi.Soğanı Avrupa'da çok değerliydi. Ülkemizde yurt dışına çıkarılması yasaktı. Demek ki bu kişiler yasağa rağmen bir yolunu bulacaklardı. Bu nadide çiçekten Dedegül Dağı'nın kuzey yamaçlarında bol miktarda bulunuyordu. Fransızlar çiçek soğanlarını ellerindeki özel aletlerle söküp,torba ve çantalara doldurdular ve karlar üzeriden kaydırarak aşağı indiler.Ondan sonrası da gayet kolaydı artık. Biz durumun bilincinde değilken,elin oğlu taa nerelerden gelip,doğamızın bağrını delik deşik etmiş,nadide çiçeklerimizi söküp götürmüştü.. Bu acı hikayeyi şahit olan bilir, olmayan bilmez.
BAŞ DEĞİRMENDE, DEĞİRMEN TAŞINI DURDURAN GİZLİ EL
(HüsnüYılmaz-Hikaye no:10)
Bademlililer,geçimlerini tümüyle tarımdan sağladığı dönemde,evde un bitince buğday çuvallarını kağnıya yükleyerek değirmenlerin yolunu tutarlardı.O zamanlar 3 tane su değirmeni vardı: Baş Değirmen,Söğütlü Değirmen ve Aşağı Değirmen..Bu değirmenler Belediye tarafından açık arttırma ile icara verilirdi. En önde geleni olan Baş Değirmen,Ağıllaca Yaylası'nın hemen bitişiğindeki dik bir bayırda kurulmuştu. Ağıllaca'yı ortadan kateden bir akarsu,değirmenin dik eğimli su borusundan (boyla) hızla aşağı akıp değirmenin çarkını çevirir. Bu çark bir mille yukarıdaki büyük değirmen taşına bağlıydı. Baş Değirmen'i bir zamanlar işleten Mehmet Dayı (Keleş),iri yarı vücudu una bulanmış bir şekilde,buğday çuvallarını kucaklayıp hazneye boşaltırdı.Daha sonra sık sık taşın homurdanarak öğüttüğü unu eliyle kontrol eder,iri ise daha az buğday verirdi. Değirmen taşı zamanla aşınıp düzleştiğinden,belli aralıklarla taşı dişerdi (Çekiçlerdi). Mehmet Dayı kendi ekmeğini kendi yapardı.Öğüttüğü unlardan aldığı ''hak'' tan bir miktarını teknede yoğurup hamura bazlama şekli verir ve ocaktaki sac üzerinde pişirirdi. Yaptığı bu ekmekleri un öğütmeğe gelen köylülerle oturup yerdi. Baş Değirmen'in üst tarafında yer alan Ağıllaca'da köy çocukları hayvan otlatırdı.Burası akan çay ve yeraltından sızan sular nedeniyle bol yeşil otlarla kaplı olduğundan, köyün bir kısım hayvanları (sığırlar ve birkaç manda) buraya getirilirdi.Yazın çok sıcaklarda sığırları ''gici tutar'' ve can havliyle koşarak erkenden köye dönerlerdi.Mandalar (camız) için böyle bir durum söz konusu olmadığından (suya yatarlardı),Ağıllaca'da sadece camız güden çocuk kalırdı. Bu çocuk yapayalnız kaldığı bir gün (azığını erken yediğinden) çok acıkmıştı.Değirmende Mehmet Dayı'nın ekmek yaptığını biliyordu.''Belki yapar da ben de yerim'' umuduyla değirmene gitti.İçerde değirmenci 2 köylü ile birlikte oturmuş yemek yiyorlardı. Çocuk kapı açıklığının bir kenarına ilişti.Yemektekiler ona şöyle bir göz atıp kısa zamanda yemeklerini bitirdiler.Çocuğun bakışından aç olduğu apaçık belli idi ama aldıran olmadı.Oysa değirmenci bir ekmek daha yapabilirdi,zira yanda duran teknede yoğurulmuş hamur vardı.Değirmenci ve diğerleri kalkıp işe koyuldular. Çocukta boynu bükük bir şekilde sessizce oradan ayrıldı. Değirmen taşında bir anormallik olmuştu.Kah duruyor,kah acaip homurtular çıkararak dönüyor,buğdayları yarım yamalak eziyordu.Değirmencinin sürekli ayarlamalarına rağmen bir türlü düzen tutmuyor,un istendiği şekilde çıkmıyordu.Sanki gizli bir el herşeyi bozuyordu.'' Taşa nazar değdi Mehmet Dayı!..'' dedi bir köylü.'' O çocuk uğursuzluk getirdi!..'' dedi diğeri… Ama o an Mehmet Dayı'nın kafasında bir şimşek çaktı..Olayı kavramıştı..''Koşun, getirin o çocuğu!..'' diye seslendi.Kendisi de değirmeni durdurup,hamur teknesine yöneldi.Ocağa odun,atıp ekmek yapmaya başladı. Az sonra çocuk gelmiş,sıcacık ekmeklerle karnını doyuruyordu.O andan itibaren, değirmen taşı daha hızlı dönmeye ve apak unlar üretmeye başladı. O günden sonra Mehmet Dayı,fırsat buldukça ekmekler yapıp,Ağıllaca'daki çocuklara dağıtmaya başladı.Yenişar havalisinde de,bu değirmenin öğüttüğü unların çok bereketli olduğu inancı yayıldı. Bu yaşanmış olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
YETİM RECEP' İN DÜĞÜNÜNDEKİ GİZEMLİ OLAY
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:9)
Yenişarlı gençler babalarının hatta dedelerinin düğününü kimlerin yaptığını biliyorlarmı acaba? Bilen de vardır,bilmeyen de mutlaka.. Bademli'nin ''davulcularından'' bahsediyoruz…Onlar ki 1960'lı yıllardan itibaren yüzlerce gencin mutlu bir yuva kurmasında en büyük katkıyı sağlamışlardır. Bu ekip 3 kişiden oluşmuştur: Lakaplarıyla ifade edecek olursak; Çangal Rıza (davul), Hebil Hüseyin (davul) ve Çoban Osman (zurna).. Bu üçlü TRİO yalnızca davul-zurna çalmazlar,aynı zamanda ''saz ekibi''dirler.Düğün geceleri Hebil Hüseyin saz,Çangal Rıza cümbüş ve Çoban Osman def-davul çalıp,türküler söyleyerek halkı eğlendirirlerdi. Bu ekip türlü türlü davul havası icra ederdi.Örneğin bir normal ritimde çalışları vardı. Ama ''güvey okşarken'' zurna ve davulların ayrı bir çalışı söz konusudur.Gelini kız evinden alıp giderken ise çok hızlı bir tempo ile çalarlardı. Düğün bitince,oğlan evinin önüne davullar yatırılır ve halk davulların üzerine bahşiş bırakırdı. O zamanlar Recep adında fakir mi fakir bir çocuk vardı. Babası yoktu.Kışı ince bir giysi ile geçirir, bazen doğru dürüst bir pabuç bile bulamazdı. İlkokulda okurken arkadaşlarının verdiği kalem defterle idare ederdi.Ama çok sevecen, gözleri zekice parlayan, mert bir çocuktu Recep.. Gel zaman git zaman Recep büyüdü ve evlenecek yaşa geldi.Akrabalarından bir kız bulup masraflarını zar zor denkleştirerek nişanlandı. Düğün günü gelip çatınca Recep parasızlıktan ne yapacağını şaşırır.Kız tarafı ise düğünün bir an önce yapılması için sıkıştırmaktadır. Recep'in, en önemlisi ''davulcuları'' ayarlaması gerekmektedir.Kahvede Rıza Dayı'yı bir köşeye çekip,düğün yapmak istediğini ama onlara verecek bir kuruşunun olmadığını ifade eder.'' Benim için hayırına çalın'' der.Rıza dayı hemen cevap vermez.Ertesi gün arkadaşlarına danışır ama sonuç olumsuzdur.Recep'e red cevabı verilir. Genç delikanlının dünyası başına yıkılmıştır. Çaresizlik içerisinde kıvranmaktadır. Ama sonrasında 3 evde yaşanan garip ve korkutucu olaylar herşeyi değiştirir.Şöyle ki: Bir gece yarısından sonra Çangal Rıza ve Hebil Hüseyin'in evindeki davullar kendi kendine çalmaya başlamışlardır. Aynı olay Çoban Osman'ın zurnası için de geçerlidir. Ertesi sabah üç arkadaş buluşup,gece yaşadıklarını birbirlerine anlatırlar.İşin içinden çıkamayınca da bir hocaya giderler.Hoca onlara,''Bir gencin isteğini reddetmişsiniz. İsteği içinde ukde kalmış ve hayali gelip sizin aletleri çalmış'' der.Bizimkilerde jeton düşer. Bir hafta sonra Bademli'de davullar gümbür gümbür çalar.Çoban Osman zurnasını bütün gücüyle üfler. Recep evleniyordur.. Bu inanılmaz olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
FORD KAMYONUN BADEMLİ'YE GELİŞİNİN PERDE ARKASI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:8)
Bademli Belediyesi'nin adeta efsaneleşmiş Ford kamyonunu hatırlamayan yoktur. Bu açık mavi renkli 5 tonluk kamyon ,1950'lerin sonunda Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde Türkiye'ye hibe edilen yüzlercesinden biridir. Bu cefakar Ford ne hizmetler görmüş,başına neler gelmiş saymakla bitmez.Bu kamyon Yenişar'a adeta hayat vermiş,medeniyet getirmiştir.Çoğu yaşlı insan hayatında motorlu vasıta olarak ilk kez onu görmüştür. Bu kamyonun, sağlam yapısı ve güçlü motoruyla Yenişar ovası ve dağ yollarında lastik izini bırakmadığı bir karış yer kalmamıştır denilebilir.Sadece Belediye'nin resmi işlerinde kullanılmamış,hergün sabah akşam Ş.Karaağaç Bademli arasında yolcu taşımış; kah dağdan sırtında tomruk indirmiş,kah Göl'den kum çekmiş,kah ev inşaatlarına taş taşımıştır.Ayrıca yaz mevsiminde o çilekeş kamyonu bozuk tarla -bahçe yollarında devasa ekin,ot yükleri altında adeta inleyerek yol aldığını, ama hiç pes etmediğini görürdünüz.Kasabanın acemileri şoförlüğü o kamyonda öğrenmişlerdir.Bazı sürücüler onu hor kullanmış,hatta bir tarihte Yenice yolunda da devirmişlerdir. Bir yere giderken yolcular onun hep ''şoför mahalli'' ne binmek istemiştir.Orada seyahat etmek (uçaklardaki VİP yolcuları gibi) bir ayrıcalıktır.Bu nedenle 3 kişilik olan bu mahalle bazen 5 kişi sıkış sıkış binerler,ama hiç rahatsızlık hissetmezlerdi. Bu güzel kamyona duyulan hayranlıktan olsadır ki,o sıralar bir söz icat olunmuş,ağızlara adeta sakız olmuştur; ''Alırsın bir Ford,olursun bir Lord!'' Bu kamyonun Bademli'ye tahsisi sırasında Bademlililerin bilmediği bir olay yaşanmıştır. Şöyle ki: Amerikan yardımı kesinleşince devlet hangi gelişmemiş yörelerdeki kasabalara kamyon tahsis edileceğini belirlemiştir.Araçlar Türkiye'ye teslim edilince de,bu liste doğrultusunda Valiliklere sevk edilmiştir. Isparta Valiliği diğer belediyeler gibi Bademli Belediyesi'ne de bildirimde bulunarak,aracın gelip teslim alınmasını istemiştir. Bu haber Bademli'de bayram havası yaratmış,Belediye yetkilileri hemen yola çıkmışlardır.Ama heyet orada bir sürprizle karşılaşmış,adeta şoke olmuştur.Listede geçen kasaba adı ''Y.Bademli'' dir,ama açılımı ''Yaka Bademli'' dir.Yenişarlılar duruma itiraz ederler,ama nafile..Yaka Bademlililer kamyonu alır giderler..Bizimkiler pel perişan ortada kalmışlardır..Yenişar' a ne yüzle döneceklerdir?.. Derken Belediye Reisi Mahmut Gilik'in aklına siyaset yolunu denemek gelir.Hemen Isparta Milletvekili Sadettin Bilgiç'i arar.Durumu ona izah eder.''Koca Reis'' namlı Sadettin Bilgiç olayla yakından ilgilenir.Giden kamyona el koymaya çalışır ama bu defa diğer Milletvekili Mustafa Gülcigil araya girer,giden kamyon geri gelmez.Ama Koca Reis bu işin peşini bırakmaz,ŞKaraağaçlı olduğu için Bademlilere bir kamyon çıkartmayı başarır. Ford,Bademli'de davul zurna ile karşılanır. Bu meşhur kamyon böylece,Yenişar'ın tozlu topraklı yollarında çeyrek yüzyıl sürecek serüvenine başlamış olur.
RAGIP HOCA' NIN KEHANETİ
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:7)
Yenişar'ın yakın tarihinde ilim-irfan adamı olarak ilk sahneye çıkan şahsiyet Ragıp Hoca (Cevher) dir. 20 yıllık bir tahsil hayatından sonra Müderrislik,Nahiye Müdürlüğü,İmamlık, Öğretmenlik ve Ziraat memurluğu yapmış olan bu zatın öyle güçlü şiirleri vardır ki,liselerdeki edebiyat kitabına konulsa yeridir. Bademli'de 1936'da 5 sınıflı ilkokulun açılışı münasebetiyle yazdığı ''Yenişar'' şiiri, ayrıca ''Yenişar'ın Yayla Suları'', ''Yenişar'da Bağ Alemi'' ve ''Bademli'de Okul Bahçesi'' şiirleri başlı başına edebi klasik eser hüviyetindeki dizelerdir. Ragıp Hoca yaşadığı sürece hep ilim irfanla meşgul olmuş,kendini Bademli halkının irşadına adamıştır.Gelecek nesiller için çok ümitli olmasa da bir gün çok yakını olan bir zata bir işarette bulunmuştur. Bu işaret 10 yaşında bir çocuğa yönelik idi. Daha açıkçası bu çocuğun ilerde büyük adam olacağı ve yenişar kültürüne büyük hizmette bulunacağı kehanetinde bulunmuşur. O sırada bu kehanet pek dikkate alınmamış, olay unutulup gitmiştir. Ragıp Hoca'nın işaret ettiği bu çocuk kimdi? Bu çocuk,Veli adında çelimsiz,uzunca boylu,koca gözlü,avurtları çökmüş bir garip insancıktı. 70 yıl önce bu gariban çocuğa destek ve ''el veren'' Ragıp Hoca haklı çıkmış; o çocuk bugün eğitmen,araştırmacı yazar,daha da önemlisi büyük bir kültür adamı olmuştur. Bu zat VELİ KARACA' nın ta kendisidir.. Köy Enstitüsü'nden mezun olan Sayın Karaca (bizim de ilkokul hocamızdır), okulda laboratuvar kurup,uygulamalı eğitimler yapan bir öğretmen idi.Talebelerini çok severdi.Bitmez tükenmez bir enerjiye sahipti.Hayatta ilerleme kaydetmiş talebeleri,onun kazandırdığı eğitsel temeller sayesinde başarılı olmuşlardır. Muhterem Hocamız emekli olduktan sonra kendini Yenişar folklörünü,tarihini ve kültürünü araştırmaya vermiş,çok değerli eserler yazmıştır.(Yukarıda zikrettiğimiz Ragıp Hoca'nın şiirlerini, onun YENİŞARDAN YANKILAR kitabından aldık.) Umudumuz odur ki,bu koca çınar (tıpkı diğer çınarlar gibi) bir asırı devirir. Bu ''Bilge Adam'' ın değerini bilen bilir,bilmeyen bilmez.
BADEMLİ'DE GÜLCÜLÜĞÜN BİTİŞİNDEKİ GİZEM
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:6)
Bademli'de bir zamanlar bağ bahçeler arasında dolaşırken burnunuza harika gül kokuları gelirdi.Katmer katmer açan bu güller gülyağı için yetiştirilirdi.Özellikle Savak'ın alt tarafında,Çürükkoz'da,Kızıl Tarla Yolu'nda ve daha bir çok yerde gül bahçeleri vardı. Kadınlı erkekli gül toplayıcıları şafakla birlikte bahçeye gelir,ellerine dikenlerin batmasına aldırmadan tabak gibi açmış gülleri koparıp,eteklerine veya sepetlere doldururlardı. Toplayıcıların gözleri güllerde iken, kulakları da sabah müziği olarak bülbüllerin ötüşlerine odaklanırdı. Gülcülüğün yaygın olduğu bu devirde anne babalar kızlarına ''Güllü,Gülşen,Gülten, Gülbahar,Gülay,Gülcan,Gülperi..'' gibi adları koyarlardı. Bahçelerde sadece kırmızı gül değil,mis gibi kokan ''akgül'' de yetişirdi. Geçimini gülyağı üretimine bağlamış aileler zamanla bu işten soğumaya başladılar, Anlayamadıkları bir sebeple verimin azalması,ayrıca gül hasatının ve gülyağı çıkarmanın meşakkatli bir iş olması nedeniyle yavaş yavaş gülcülüğü terketmeye başladılar. Son üretici de Asım Dayı (Arıkan) idi..Savak'taki bahçesine imbiği vardı.Kazanına kilolarca gül atıp işlemden geçirir,sonunda bol miktarda gülsuyu,gram mertebesinde de gülyağı elde ederdi.Üretim bitince,Asım Dayı gülyağı şişesini özenle sarıp sarmalayarak, satmak üzere Isparta'nın yolunu tutardı. Bademli'de gülcülüğün bitişinin perde arkasındaki asıl neden neydi? Bunu hiç kimse derinliğine araştırmadı.Olayın gizemi şuydu: Bilindiği üzere gül ve bülbül hep birlikte anılırlar.Bu birliktelik;hikayelerde,şiirlerde ve efsanelerde çok geniş yer bulmuştur.Bu ilişkiyi sadece romantik bir ilişki olarak değil, ilmi bir gerçek olarak görmek gerekir.Gül denince İran'ın Şiraz yöresi akla gelir.Bu konuda meşhur filozof Şirazlı SADİ,''Bülbülün olmadığı yerde güller diken olur''der. İşte Bademli'de de güllerle bülbüllerin birlikteliğine darbe vurulmuştur.Bu darbeyi o yıl Yenişar'ı sürüler halinde istila eden kuzgun,atmaca ve baykuşlar vurmuşlardır.Bu yırtıcı kuşların kimi gece,kimi gündüz avlanarak güzelim bülbülleri yok etmişlerdir,Bülbüllerini kaybeden güller her yıl daha az açar olmuştur.Bahçelerde verim çok düşünce de gül fidanları sökülmüştür. Bu sırrı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KAYMAKAM BEY' İN GÖZ YAŞLARININ SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:5)
Bademli'nin nahiye olduğu dönemde Ş.Karaağaç Kaymakamı'nın kasabayı ziyaret edeceği haberi gelir. Nahiye Müdürü ve Belediye Reisi (Mahmut Gilik) hazırlık yaparlar.Kaymakam Belediye önünde (Camiönü) halka hitap edecektir.Belediye'nin önüne bir masa atılır ve halktan gelebilenler burada toplanır. Öğleye doğru ufukta 2 jeep belirir.O zamanki şose yolda tozu dumana katarak yaklaşırlar ve Belediye binasının yakınında dururlar.Öndeki jeep'ten Kaymakam, arkadakinden jandarmalar iner.Nahiye Müdürü,Belediye Başkanı ve diğer hazır bulunanlar,misafirlere ''hoşgeldiniz'' derler. Biraz dinlendikten sonra Kaymakam Bey masanın başına geçer ve mikrofon olmadığı için yüksek sesle Bademlililere hitap etmeye başlar.Konuşmanın konusu; nahiyenin sorunları,ilerleme,gelişme vs dir. Kaymakam Bey konuşmasını sürdürürken birden yoldan tomruk yüklü kağnılar geçmeye başlar. Tekerlek sesleri,kağnıcıların öküzlere bağırışları Kaymakam'ın sesini bastırır.Kaymakam Bey konuşmasını keser ve ''Durdurun şu geçen kağnıları!'' diye ilgililere seslenir.Belediye Reisi,hizmetli Mustafa Çavuş'a,gidip kağnıları durdurması için talimat verir.Mustafa Çavuş koşarak gider ve kağnıcılara gereken uyarıyı yapar,ama nafile… Biraz duraklayan kağnılar tekrar hareket eder. Buna sinirlenen Kaymakam, hışımla yerinden fırlar ve bir kağnının başındaki gencin karşısına dikilir. Topluluk uzaktan olacakları heyecanla izlemeye başlar. Kağnıcı,genç bir delikanlı olan Süleyman'dır. Herkes Kaymakam'ın gence bağırıp çağırmasını beklerken,garip bir durum ortaya çıkar; Kaymakam gencin karşısında adeta donmuş kalmış, ona garip garip bakar olmuştur. Genç Süleyman'da yutkunuyor, kendisine dikkatle bakan Kaymakam'a ne diyeceğini bilemiyordu. Az sonra Kaymakam'ın gözleri yaşarır, cebinden mendilini çıkarıp gözlerini siler ve delikanlıya ''Devam et yavrum!'' diyerek yol verir. Topluluk şaşkındır..Kimse Kaymakam'a bir şey soramamaktadır.Ama toplantı sonrasında kabak bizim Süleyman'ın başında patlamıştır.Herkes onun Kaymakamı üzecek birşey söylediği inancındadır.İfadesi alınmak üzere karakola bile çağırılır. Olayın perde arkasındaki sır,çok sonraları anlaşılır.Kaymakam'ın gönlünü almak isteyen Nahiye yetkilileri onu Pınargözü'ne davet ederler.Davete icabet eden Kaymakam'a samimi bir ortamda o gün niçin ağladığı sorulur.Kaymakam Bey;genç Süleyman'ın tıpatıp vafat eden oğluna benzediğini farkedince kendini tutamadığını ifade eder. Oğlu,sevgilisinden ayrıldığı için intihar etmiştir. Bu olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
TAHTA MİNARE' NİN SIRRI
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:4)
Camiönü'ndeki şimdiki caminin yerinde eskiden ahşap bir cami,bitişiğinde de 2 şerefeli yüksek tahta bir minaresi vardı. Bu minare rüzgarlı havalarda derin gıcırtılar çıkararak sağa sola sallanırdı.Kuvvetli rüzgarlarda yıkılmasın diye de 4 trafından zincirlerle aşağıdaki delikli taşlara bağlanmıştı. Camiönü'ne inen yabancıların ilk dikkatini çeken şey bu ilginç minareydi. Ramazanda şerefelerine kandiller asılırdı.Ezan okumanın dışında,Belediye tellalı Mustafa Çavuş buradan ''Komşulaaar!''diye seslenerek duyuruları halka iletirdi. Bu tahta minare hakkında çok şeyler söylenmiştir. Minareden geceleri uğultular geldiğini iddia edenler olmuştur..Minareden yayılan uğultu ve gıcırtıları bazı yaşlılar bir ayrılığa bağlamaktadırlar.Onlara göre ormandaki ''4 kardeşler'' çam grubunun beşincisidir minarenin ortasındaki direk.Kesilip kardeşlerinden ayrıldığı için inlemektedir. Bahsettiğimiz eski caminin imamı Halis Hoca'dır. Bademlililerce çok sevilen dürüst bir zattır. Bir tarihte alacakaranlıkta sabah ezanını okumak için minareye çıkması gerektiğinden, minarenin kapısını açınca içeriden yarasa ve garip hayvan seslerine benzer sesler çıkararak bir takım cin-peri şeklinde varlıkların dışarı fırladığına şahit olmuştur. Çok korkmuş ve ondan sonra hiç minareye çıkmamış, ezanlarını minarenin dibindeki yüksek yerden okumuştur. Birkaç yıl sonra Camiönü'nde evleri olan bir çocuk uykusu kaçıp pencereden baktığında, minarenin kapısının arka arkaya açılıp kapandığını görmüştür. Bir ara minarenin şerefelerinde beyaz giysili silüetler farketti. Korkudan küçük dilini yutacaktı. Biraz sonra yan sokakta bir karartı belirdi. Uzun boylu, aksayarak ve sağa sola sallanarak koşup gelen pejmürde kıyafetli birisi idi bu… Çocuk dikkatli bakınca onun akıl hastası olan ve halkça ''Deli Hasan'' denilen genç olduğunu anladı. Hasan koşarak cami avlusundan girdi ve minarenin kapısını açıp gözden kayboldu. Çocuk bu defa gözlerini minarenin şerefelerine dikip olan biteni çözmeye çalışıyordu. Az zaman sonra Hasan'ın silüetini de üst şerefede farketti. Daha sonra minareyi sisler kapladı ve gördüğü varlıkların Dede Koruluğu'na doğru uçup gittiklerine şahit oldu. Ertesi gün Hasan'ın kaybolduğu haberi etrafa yayıldı. Herkes bu hasta genci aramaya çıktı. Onu yakındaki bir tepenin dibinde ölü olarak buldular.Yüzü gülüyor, kollarını uçar gibi açmış bir şekilde sırt üstü yatıyordu. Bu garip hikayeyi bilen bilir,bilmeyen bilmez.
DEMİRCİ MEHMET EFE'NİN YENİŞARI BASMAMASININ SIRRI
(Hüsnü Yılmaz- Hikaye no:3)
Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da bir takım efeler türemiş, bu efelerin bir kısmı milli mücadeleye yardımcı olmuş, bir kısmı da kendi başına buyruk olarak halkı soyup soğana çevirerek zulmetmişlerdir. Bunlardan devrin meşhur efesi Demirci Mehmet Efe de kendini halk kahramanı ilan edip adeta adalet ve düzeni sağlamak için etrafına topladığı asker ve hapishane kaçkınlarıyla batı illerini kasıp kavurmuştur. Bir ara yolu Isparta'ya düşer ve oradan Ş.Karaağaç'a gelir. Her yerde yaptığı gibi Ş.Karaağaç ve çevresinin ileri gelenlerini yalan yanlış duyumlara dayanarak sallandırır. Ve nihayet çetesiyle Yenişar'a yönelir. Gedikli'ye kadar gelir ve orada konaklar. Yenişar halkı Efe'nin gelmekte olduğunu duyunca ellerindeki silahları kapıp Göl kenarındaki yol boyunca mevzilenirler. Korksalar da ne pahasına olursa olsun Demirci'yi Yenişar'a sokmama azmindedirler. Ama beklenen olmaz, Demirci Mehmet Efe Gedikli köyünden geri döner. Bu beklenmedik vazgeçişin sırrı nedir? Neden Efe Yenişar'ı basmamıştır? Bu olay çok çeşitli söylentilere neden olmuş, ama gerçek nedeni Yenişar'lılar hiçbir zaman öğrenememişlerdir. Gerçek neden şudur: Demirci'nin gedikli'de konakladığı günün akşamı, Bademli'deki camide akşam namazı kılınmaktadır. Caminin en müdavimi, eğitmen ve derin din hocası (hatta bazılarına göre evliya) olan Hacı Hüsnü Efendi'dir. Cemaat camiyi terk ederken Hacı Hüsnü Efendi birden gözden kaybolur. Ahbapları onu cami içinde ve dışında ararlar ama bulamazlar. Herkes şaşkınlık içerisindedir. Gedikli'in köylülerce büyük hürmet edilen hocası Hacı Tayyar Efendi (ki hacca deve sırtında Hacı Hüsnü Efendi ile gidip gelmiştir) o akşam Hacı Hüsnü Efendi'yi evinde misafir ettiğini söylemiştir. Bu inanılmaz vaka Gedikli halkı tarafından da doğrulanmıştır. Sabah olunca hacı Hüsnü Efendi beyaz cüppesi, beyaz sarığı ve beyaz sakallarıyla köy odasında konaklayan Demirci'nin karşısına çıkar. Efe ile aralarında ne konuştukları halen bir sırdır. Bu konuşmadan sonra Efe kızanlarını toplayıp geri dönmüş ve böylece yenişar'ın 6 pare köyü büyük bir beladan kurtulmuştur. Hacı Hüsnü Efendi o gün akşama doğru bir atlı yaylı araba içerisinde Bademli'ye döner ve bu konudan hiç kimseye bahsetmez. Bu sırlı olayı bilen bilir,bilmeyen bilmez.
KURUCAOVA-BADEMLİ ÇATIŞMASINDAKİ SIR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:2)
Bilindiği üzere Malanda Yaylası'nda Kozluca (Gozulca) adıyla anılan bir su kaynağı vardır. Bu su kaynağı Kurucaova ile Bademli arasında (sınırda olması nedeniyle) hep sürtüşme konusu olmuştur. Her iki kasaba da bu suyun kendilerine ait olduğunu iddia ederlerdi. Sonunda olanlar oldu... Yıllar önce, kötü kişileri kışkırtmasıyla aralarında çatışma çıktı. Kurucaovalılar tarafından Geriş mevkiinde yangınlar çıkartıldı. Bazı Bademlili gençler dövüldü. Ve en kötüsü Malanda tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Sanki Türklerle Yunanlılar karşı karşıya gelmişti. O gün akşama doğru Bademli sokaklarında öfkeli insan grupları toplanmaya başladı ve herkes evlerine dağılıp tüfek, sopa, balta, tırpan velhasıl kavga için ne bulabildilerse omuzlarına atıp Malanda'nın yolunu tuttular. Kadınlar ve çocuklar korku içinde evlerine kapandılar. O akşam üzeri yapılan bir girişim az kalsın bir faciaya neden oluyordu. Olay şu: Bir provokatör Kurucaovalı kişi, Beyşehir Jandarma Komutanlığı'na koşarak,''Yetişin haydutlar kasabamızı basacak!'' diye ihbarda bulunuyor. Bunu gerçek sanan komutan bir astsubayı bol silah ve mermilerle Kurucaova'ya gönderiyor. Birlik Malanda'ya ulaşıp mevzi alıyor.O sırada Kurucaovalıların konuşmasından,karşıdaki kişilerin haydut değil Bademlili olduklarını öğreniyor. Hemen o sahte ihbarcıyı tutuklayıp, her iki kasabalı insanları bir araya getirerek feci bir olayı önlemiş oluyor. Bademlilierin verilmiş sadakası varmış. Zira az kalsın asker mermileriyle birçok insan kaybedebilirlerdi. Ama askerin kendilerine kurşun sıkmak için geldiğini hiçbir zaman öğrenemediler. Barıştırmak için geldiğini sandılar. Bu sırrı bilen bilir,bilmeyen bilmez..
ABBAN' IN KİRAZINDAKİ SIR
(Hüsnü Yılmaz-Hikaye no:1)
Bir zamanlar Bademli'de Tekke yolu üzerinde solda bir bağ içerisinde meşhur ''Abban Dayı'nın kirazı'' vardı. Bu ağaç tüm Yenişar'daki kirazlardan önce açar ve kısa sürede dalları alal kirazlara bürünürdü. Yoldan geçen herkes bu ağaca bakar, ermiş kirazları görünce ağzı sulanırdı. Bu ağaçla ilgili olarak dramatik bir olay yaşandığını Yenişar'da kimseler bilmez. O zamanlar bahar aylarında Yörükler ovaya (göl kenarına) göç ederlerdi. Güzergahta mutlaka Bademli'nin içinden geçerdi.Bu göçler Bademli halkı için (özellikle çocuklar için) görsel bir şölen oluştururdu.Nitekim sıra sıra develer, koyunlar, sığırlar, kuzular, arkalarında Yörük delikanlıları, genç kızları, yaşlıları velhasıl tüm Oba çan ve hayvan uğultuları arasında adeta resmi geçit yaparlardı. Bu yörükler Honamlı Yörüğü idi. Obanın ağasının çok güzel ama amansız bir hastalığa tutulmuş olan Ece adında bir kızı vardı. Bu kızcağız göç sırasında yürüyemez, hep deve üzerinde seyahat ederdi. Göç ederken Bademli'ye yaklaştığında içini bir sevinç kaplar, kasabanın girişinde bulunan bir ağaca ulaşmak için sabırsızlanırdı. O ağaç Abban'ın kirazı idi. Bağın yanına geldiğinde deveyi kirazın dibine yanaştırır olmuş kirazlardan bir miktar kucağındaki kaba doldururdu.Yolda bunları afiyetle yer, sapını da atmaz, çiğneyerek suyunu yutardı. Bu olay birkaç yıl devam etti. Ama bir göç yılında Ece, kiraz ağacını yerinde bulamadı. Kocamış olan kirazı Abban Dayı kesmişti. Genç kızın dünyası başına yıkıldı. Büyük bir üzüntüye kapıldı. Zaten ağır hastaydı. Ona adeta can veren meyveden yiyemeyecekti artık.İlacı kesilmişti. O yıl kışlıklarına döndüklerinde,o hayat dolu genç kız,karlı bir gün,gözleri Toros dağlarının puslu tepelerine dalmış gitmiş bir şekilde son nefesini verdi. Bu hikayeyi bilen bilir,bilmeyen bilmez.
|
Bu Web Sitesi En İyi 1024x768 Ekran
Çözünürlüğü ve Gerçek Renkte Görüntülenebilir. |